Sizin cennetiniz de bizim uçmağımıza benziyor. Türk uluslarından birçoğu uçmağa ‘ak’ ve orada yaşayanlara ‘akto’ derler. Toprak üstünde iyi iş yapanları yayucusu, uçmağa götürür. Orada bu yeni aktoya ziyafetler çekilir. Bizim inandığımız cennetin yanında Süt Gölü vardır. Suyu, çok tatlıdır. Sürve Dağı da oradadır. Dünyada iyi ad bırakıp uçmağa gidenler Süt Gölü’nde altın sandallarla dolaşırlar, kıyılarındaki sedefli kumsallarda gezerler. Sürve Dağı’nda da güzel kuşlar, geyikler avlarlar. Sizin de kendi cennetinizde ırmaklar, köşkler, şaraplar, aş evleri ve aşlar olduğunu söylüyorsunuz. Cehenneminiz de aşağı yukarı bizim kazırganımızı andırıyor. Yalnız bizim Türklerin uçmağa da kazırgana da gitmesi kolay. Sizin cennetinize veya cehenneminize gitmek hayli güç!..”
Papaz, İsa dinine sokmak istediği şu çöl beyinin dinler arasında yaptığı mukayeseden şaşırıp kalmıştı. Bir aralık “ilahların çokluğu” akidesiyle “bir tanrı” akidesini karşılaştırmak ve birincinin akla uygun düşmeyeceğini ileri sürmek istedi. Fakat Temuçin buna da cevap verdi:
“Bizde sağ kol, sol kol tanrıları vardır. Yersular, civiler vardır. Bay Ülgenlerimiz, oganımız vardır. Yaz tanrımız, kış tanrımız vardır. Fakat ulu Tanrı birdir, iki olamaz. Siz de biri üç, üçü bir yapıyorsunuz ve sonunda bir Allah var diyorsunuz.”
Ve birdenbire bahsi değiştirdi:
“Toprağın altına, üstünde yaşadıktan sonra gidiliyor. Demek ki yerin altından evvel üstünü düşünmek gerek. Yerin üstü ise düz değil. Deresi var, çukuru var, tepesi var. Onun için insan güçlü, kuvvetli bulunmalıdır. Arıklar, cılızlar çabuk sendeler. Güçlüler güçsüzlerin ağzından lokmalarını, başlarından kürklerini alırlar. Dinler ve din uluları cılızlara güç, güçlülere acıyış verir mi? Sen diyeceksin ki biz, Tanrı’nın ululuğunu, ölümden sonraki cenneti, cehennemi anlatıp insanların birbirine saldırmalarının önüne geçeceğiz. Bu, kuruntudur. Sizin kendi arpağcınızı (İsa’yı demek istiyor.) bile sallandırıvermişler. Eğer onun tatlı dili kadar acı yumruğu, keskin bıçağı ve başında bir ordusu olsaydı ipe çıkmazdı.”
Temuçin, dinler hakkındaki düşüncesini bu suretle ve bu sureti andırır diğer şekillerle anlattıktan sonra papaza şu teklifi yaptı:
“Sizin dininize bel bağlayan Türk yok değil. Fakat onlar da her şeyden evvel öz yurtlarını, öz dillerini ve öz türelerini severler. Onun için sizin buralarda taban tepip dolaşmanız boştur. Yarın önünüze kurt çıkar, tepenize kartal iner. Dağlarda, derelerde Kazaklar, Kırgızlar da var. Bunlar, adam avlamayı da severler, sizi görürlerse aman vermezler. Onun için gelin, başıboş dolaşmaktan vazgeçin, benim yanımda kalın. Ben kendi yurdumda size otağ veririm, aş veririm, post ve postal (kundura) veririm. Dilinize, dininize de karışmam. Gününüzü hoş geçirip gidersiniz.”
Bu muhaverenin sonu tam bir anlaşmak oldu. Papaz, Temuçin’in kim olduğunu ve Naymanlar diyarına niçin gittiğini anladıktan sonra din propagandasını bıraktı. Köşlük Han’dan öç almak için Moğol beyiyle birleşti.
Temuçin’in planı evvelce “şahsi teşebbüs”e istinat ediyordu ve bu teşebbüsün mutlaka neticelenebilmesi için de hayli tedbirler alınmıştı. Papazla konuşup anlaştıktan sonra planda bazı değişiklikler yapıldı, papaz da Köşlük Han’ın yanında bırakılacak seyisler arasına katıldı. Onun en büyük vazifesi, Güncü Hatun’la Temuçin arasında münasebet tesis etmeye çalışmaktı. Bunun için de Köşlük Han’ın dairesinde çalışan oldukça mutaassıp ve Hristiyan dinine candan bağlı bir kadından istifade etmeyi umuyordu. Onun bu kadınla ilk temasını gördük, şimdi maceranın alt tarafını görelim.
Hizmetçi kadın, vaktiyle dizine kapanıp ruhani istiğraklar ve tatlı rüyalı uzun uykular geçirdiği papazın mırıldandığı dört beş kelimeyi duyar duymaz iliğine kadar titremişti. Uşaklar, onu koltuklayıp ahırlara doğru götürürken o titreyiş, acı veren ruhi bir sarsıntı hâlini aldı. Kadın, kendi yüreği ve kendi imanı sürükleniyormuş gibi azap ve ızdırap içinde kaldı, ihtiyarsız ağlamaya koyuldu.
Güncü Hatun, henüz kendini toplamış değildi. O salyalı ağız, o sıkılmış yumruklar, o acı acı kıvranışlar hâlâ gözünün önünde dolaşıyordu. Böyle bir sırada hizmetçilerden birinin hüngür hüngür ağlamaya başladığını görünce büsbütün sıkıldı.
“Ne o kız!” dedi. “Nen var? Çöp yutmuş cırtlak (karga) gibi ne inliyorsun?”
“A kadınım, ulu kadınım! Şu cılız tatın (yabancı) kıvranışı yüreğime dokundu.”
“Benim de dokundu amma ağlamıyorum.”
“Sen ağlayacağına gök ağlasın, gün ağlasın, yer ağlasın. Yazık değil mi güzel gözlerine!”
“Ey, sen bir yabancı için ne diye ağlıyorsun?”
“Biz kapı kuluyuz, bulaşık suyu döker gibi gözyaşı da dökeriz. Ne değeri var?”
“Anladım amma niçin ağlıyorsun?”
“Acıdım herife işte.”
“Nesine acıdın?”
“Düşündüm: Onun da bir yurdu vardır, onun da anası vardır, çoluğu çocuğu vardır. Yurdundan, evinden, eşinden, yavrusundan uzak, yarı giyimli, yarı çıplak, yarı tok, yarı aç at uşaklığı ediyor. Üstelik oğanların (ilahların) sillesini yiyor, sayro oluyor. Bakanı yok, emcisi (hekimi, bakıcısı) yok, elinden tutanı yok. Acınmaz mı hiç?”
Şimdi Güncü Hatun’un da yüreği o adama acır olmuştu. Bir hizmetçinin galeyan eden merhameti yanında bir han karısının kayıtsız kalması da zaten biçimsizdi. Bu sebeple bir el işareti yaparak gizli din taşıyan hizmetçiyi susturdu.
“Yeter, yeter, benim de içime acı düştü. Hani söz olmayacağını bilsem şimdi kalkar, ahıra giderdim, adamcağıza kımız sunardım.”
“Ayağına yazık kadınım. Bin tat senin bastığın toprağın bir tutamına değmez. Fakat buyruğun olursa ben giderim, herife aş götürürüm, senin de kendisine acıdığını söylerim. Bu sözüm onu sevindirir, diriltir.”
“Peki, yap, adamcağızı görüp gönlünü al.”
Hizmetçi, büyük bir sevinç içinde dışarı fırlarken Güncü Hatun seslendi:
“Temuçin’den gelen tutsaklardan birine aş götürüp de öbürlerini boşlamak doğru değil. Hepsini gözetmek gerek. Sen de öyle yap.”
Güncü, pek