Ben-Hur. Lew Wallace. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: Lew Wallace
Издательство: Elips Kitap
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 978-605-121-953-0
Скачать книгу
daha az kayırılan hemşehrilerinin takdirini, ticaret ve sosyal şartların bir araya getirdiği Yahudi olmayanların ise saygısını kazanması için yeterliydi. Bu sınıftan hiç kimse, özel ve sosyal yaşamında, takip ettiğimiz bu gencin babası kadar yüksek bir itibar kazanmamıştı. Onu hiç yüzüstü bırakmayan uyruğunu hiçbir zaman unutmayıp krala hep sadık kalmış, yurtta ve dışarıda ona bağlılıkla hizmet etmişti. Bazı vazifeler nedeniyle Roma’da bulunmuş, oradaki hizmetlerini dikkatle izleyen Augustus onun arkadaşlığını kazanmaya çalışmıştı. Evi, kralların gururlarını okşayacak nitelikte ve onları bahşeden elin imparatora ait olması nedeniyle daha da değer kazanan hediyelerle doluydu: mor ihramlar, fil dişi sandalyeler, altın tepsiler. Böyle bir adamın zengin olmaması söz konusu değildi, ama zenginliği hamisinin bağışlarından kaynaklanmıyordu. Ona pek çok iş fırsatı kazandıran kanunu başının üstünde tutuyordu. Eski Lübnan’a kadar ovalarda ve dağ eteklerinde sürülerini güden pek çok çoban ona bağlıydı; deniz kıyısındaki ve içerlerdeki şehirlerde ticarethaneler kurdu; gemileri o zamanlar madenleri çok zengin olan İspanya’dan gümüş getiriyor; ipek ve baharat yüklü kervanları yılda iki kere Doğu’dan geliyordu. İnanç olarak bir Yahudi’ydi, yasaya ve her dinî törene harfiyen uyardı. Sinagogda ve tapınakta sık sık görülürdü. Kutsal metinleri baştan sona öğrenmişti; okul hocalarıyla zaman geçirmekten zevk alır, neredeyse tapınma derecesinde Hillel’e saygı duyardı. Ama hiçbir anlamda bir Ayrılıkçı değildi; konukseverliği her yöreden yabancıyı kabul ederdi. Her şeyde bir kusur arayan Ferisiler onu Samiriyelileri bile sofrasında ağırlamakla suçluyordu. Bir Yahudi olmasaydı, bütün dünya onun Herodes Attikus’un rakibi olduğunu duyabilirdi. Attikus hikâyemizin bu ikinci döneminden on yıl önce, hayatının en güzel çağında denizde ölmüş, Yahudiye’nin her yerinde yası tutulmuştu. Ailesinin iki üyesini, dul karısını ve oğlunu zaten tanımıştık; bir de ağabeyine şarkı söylerken gördüğümüz kızı vardı.

      Adı Tirzah’tı ve iki kardeş birbirlerine çok benziyorlardı. Ağabeyininki gibi düzgün olan yüz hatları tam bir Yahudi özelliklerini taşıyordu; aynı zamanda çocuksu bir saflığın cazibesine sahipti. Aile yaşamı ve onun getirdiği güven dolu sevgiyle kıyafetlerine pek özen göstermemişti. Sağ omzunun üzerinde düğmeyle tutturulan bir pelerin göğsünün üzerine inip sol kolunun altından arkaya dolanıyordu, belden yukarısını tam örtmeyen pelerin kollarını da açıkta bırakıyordu. Bir kemer eteğinin başladığı yerde pelerinini çevreliyordu. Gayet sade olan, Tyre boyalı50 ipekten şapkasının üzerine, yine ipekten, güzel işlemeli, çizgili bir eşarp başının biçimini ortaya koyacak şekilde ince katlar hâlinde sarılmıştı. Şapkasının tepesinden püsküller dökülüyordu. Kulağında küpeleri, parmaklarında yüzükleri, ayağında halhal, bileğinde bilezikleri vardı, hepsi de altındı. Zarif zincirlerle süslenmiş, ucunda incileri olan bir kolye boynunu çevreliyordu. Göz kapaklarının kenarları ve tırnakları boyalıydı. Saçları iki uzun örgü hâlinde sırtına iniyordu. Kulaklarının önündeki iki kıvırcık lüle yanaklarının üzerinde duruyordu. Bütün bunlar ona inkâr edilemez bir zarafet, incelik ve güzellik katıyordu.

      “Çok güzel, Tirzah, çok güzel!” dedi Yahuda, canlılıkla.

      “Şarkı mı?” diye sordu kız.

      “Evet, tabii şarkıcı da. Bir Yunanlı kibrini taşıyor. Nereden buldun?”

      “Geçen ay tiyatroda bu şarkıyı söyleyen Yunanlıyı hatırlamıyor musun? Eskiden sarayda Herod ve kız kardeşi Salome için şarkılar söylediğinden söz ediyorlardı. Güreşçilerin gösterisinden sonraki hengâme içinde çıkmıştı da daha başlamasıyla herkes sus pus olmuştu. Onun şarkısı.”

      “Ama o Yunanca söylüyordu.”

      “Ben de İbranice söyledim.”

      “Evet. Küçük kardeşimle gurur duyuyorum. Başka şarkıların da var mı?”

      “Çok var. Ama bırak şimdi bunları. Amrah kahvaltını buraya getireceğini söylemem için gönderdi beni, aşağıya inmene gerek yokmuş. Neredeyse gelmek üzeredir. Hasta olduğunu düşünüyor, dün başına korkunç şeyler gelmiş. Ne oldu? Anlat bana, Amrah’ın seni iyileştirmesine yardımcı olayım. Aptal Mısırlıların tedavisini bilir o, ama bende bir sürü Arap tarifi var, onlar…”

      “Mısırlılardan da aptallar.” dedi, başını sallayarak.

      “Öyle mi düşünüyorsun? Peki o hâlde.” dedi kız, ellerini sol kulağına götürerek. “İkisini de boş verelim. Burada daha emin ve iyi bir şeyim var, İranlı bir büyücünün kim bilir ne zaman bizimkilere verdiği bir muska. Baksana, yazıları neredeyse silinmiş bile.”

      Kız ona küpesini uzattı, delikanlı eline alıp baktıktan sonra gülerek geri verdi.

      “Ölüyor olsam bile büyüyle işim olmaz. Putperestlik bu, İbrahim’in inançlı oğullarına ve kızlarına yasaktır. Al bunu, artık takma sakın.”

      “Yasak mı? Hiç de değil!” dedi kız. “Babamızın annesi, ömrü boyunca kim bilir kaç sebt günü takmış bunları. Kim bilir kaç kişiyi tedavi etmiş, belki üçten fazladır. Bak burada hahamların onayı var.”

      “Ben muskalara inanmam.”

      Kız şaşkınlık içinde ağabeyine baktı.

      “Amrah olsaydı ne derdi?”

      “Amrah’ın annesiyle babası Nil üzerindeki bir bahçeye sakiyeh51 yapıyorlardı.”

      “Peki ya Gamaliel!”

      “Dinsizlerin icadı olduğunu söylüyor.”

      Tirzah küpesine kuşkuyla baktı.

      “Ne yapayım bunu?”

      “Tak, benim küçük kardeşim. Sana yakışıyor. Gerçi pek ihtiyacın yok ama seni güzelleştiriyor.”

      Memnun bir şekilde muskayı kulağına takarken Amrah elinde tepsiyle yaz odasına girdi. El yıkama tası, su ve peçeteler vardı tepside.

      Yahuda Ferisi olmadığı için yıkanması kısa ve basitti. Ağabeyinin saçlarını düzeltme işini Tirzah’a bırakıp çıktı hizmetkâr. Saçının lülesini istediği gibi düzelten Tirzah, yörenin diğer kadınları gibi kemerinde taşıdığı küçük, metal bir aynayı çıkarıp ne kadar yakışıklı olduğunu görmesi için ağabeyine verdi. Bu arada sohbetlerine devam ediyorlardı.

      “Ne diyorsun, Tirzah? Ben gidiyorum.”

      Şaşkınlık içinde elleri iki yanına düştü kızın.

      “Gitmek mi! Ne zaman? Nereye? Ne için?”

      Delikanlı güldü.

      “Bir solukta üç soru birden! Nasıl bir şeysin sen!” Delikanlı bir anda ciddileşti. “Biliyorsun yasalar bir meslekle uğraşmamı gerektiriyor. Babamız bana iyi bir örnek teşkil ediyor. Onun çabalarıyla ve bilgisiyle kazandıklarını aylakça çar çur etmemi sen bile istemezdin. Roma’ya gidiyorum.”

      “Ben de seninle geleceğim.”

      “Annemle kalmalısın. İkimiz de onu bırakırsak ölür kadın.”

      Kızın yüzündeki ışıltı söndü.

      “Evet, evet! Ama gitmek zorunda mısın? Eğer düşündüğün buysa, tüccar olmak için ihtiyaç duyacağın her şeyi burada, Kudüs’te de öğrenebilirsin.”

      “Ama aklımdaki bu değil. Yasalar bir oğlun babasının mesleğini yapmasını şart koşmuyor.”

      “Başka ne olacaksın peki?”

      “Asker.” diye cevap verdi, sesinde bir gurur


<p>50</p>

Tyre şehrinde ezilmiş deniz salyangozu kabuklarından kırmızımsı mor bir boya elde ediliyordu. Çok az bir miktar boya elde etmek için çok fazla deniz hayvanı toplandığından, bunun maliyeti mor giyinmeyi zenginler ve Roma’da imparatorluk yöneticileriyle sınırlamıştı.

<p>51</p>

Orta Doğululara özgü bir su çarkı. (ç.n.)