Bununla beraber Virginie de az çok dinlenmişti. Dalları dereye sarkan bir ağacın uzun yapraklarından birkaçını kopardı. Taşlı yolların kan içinde bıraktığı ayaklarına sardı. İyilik etmek hevesi ile ayakkabılarını giymeyi unutmuştu. Bu taze yapraklar ayaklarının ateşini aldı, acısını savdı. Bunun üzerine bambu ağacından bastonluk edecek bir dal kırdı. Bir eliyle değneğine, öbür eliyle kardeşine dayanarak yürümeye başladı.
Böylelikle ormanın içinde yavaş yavaş gidiyorlardı. Çok geçmeden yüksek ağaçların balta görmemiş sık dalları içinde kaldılar. Hedefleri olan Üç Meme Dağı’nı ve hatta batmak üzere olan güneşi gözlerinden kaybetmişlerdi. Bir müddet sonra gittikleri keçi yolundan da nasılsa ayrılmış bulundular. Şimdi kayalıklarla, sarmaşıklarla çevrilmiş sonsuz ağaçlar içinde ve ucu bucağı olmayan bir orman labirenti içinde kalmışlardı. Paul, Virginie’yi bir yere oturttu. Kendisi şaşkın bir hâlde şuraya buraya başvurmaya başladı. Bu belalı durumdan kurtulmak için bir çare, bir yol arıyordu. Fakat boşuna yoruldu. Üç Meme Dağı’nı olsun görebilmek umuduyla yüksek bir ağacın tepesine kadar çıktı. Etrafında bazıları güneşin son ışıklarıyla aydınlanan ağaç tepelerinden başka bir şey göremedi. Dağların gölgesi artık vadideki ormanları alaca karanlığı ile örtmüştü. Güneş batarken her zaman olduğu gibi rüzgâr dinmişti, derin bir sessizlik ortalığı kapladı. Bu ıssız ormanda sığınacak yer aramaya gelen geyiklerin sesinden başka bir ses duyulmaz oldu. Acaba şu koca ormanda bir tek insan, mesela bir tek avcı yok muydu? Paul avazı çıktığı kadar haykırdı:
“İmdat! İmdat! Koşun Virginie’yi kurtarın!”
Ormanlar boğuk boğuk tekrarladı:
“Virginie’yi kurtarın, Virginie’yi kurtarın!”
Yorgun ve bezgin ağaçtan indi. Şimdi burada geceyi geçirmeye bir çare düşünüyordu. Fakat oralarda ne bir pınar ne bir hurma ağacı ne de ateş yakmak için kuru odun vardı. Düşünebildiği son çarelerin de bu beyhudeliği karşısında öfkesinden ağlamaya başladı.
Virginie “Ağlama!” dedi. “Beni, bütün bütün üzmek istemezsen ağlama! Zaten bu işler hep benim yüzümden oldu. Sen bu kadar zahmetlere girdin, annelerimiz kim bilir meraklarından ne oldular? Demek büyüklerine danışmadan insan iyilik bile etmemeliymiş. Ah! Ne sersemlik ettim!” Gözyaşlarını silerken de şöyle dedi:
“Gene Allah’a yalvaralım kardeşim, o bize acır elbet!”
Dualarını henüz bitirmişlerdi, uzaktan uzağa bir köpeğin havladığını duydular.
Paul “İşitiyor musun?” dedi. “Gece inlerine geyikleri vurmaya gelen avcılardan birinin köpeği olacak.” Biraz sonra köpeğin havlamaları arttı.
Virginie “Hayır!” dedi. “Bana öyle geliyor ki bu bizim Fidèle’in sesi. Ben onun sesini tanırım. Bizim dağın eteklerine bu kadar yaklaştık mı dersin?”
Gerçekten biraz sonra ayaklarının dibinde idi; Fidèle havlayarak, uluyarak, inleyerek sık ormanlığın içinden göründü ve üzerlerine atılarak bin türlü şaklabanlıklarıyla yaltaklanmaya başladı. Onların bu şaşırmaları daha geçmeden köpeğin geldiği taraftan Domingue’in de kendilerine doğru koştuğunu gördüler. Bu iyi kalpli Arap’ın sevincinden ağladığını görünce Paul ile Virginie de kendisine hiçbir şey söylemeden ağlamaya başladılar. Domingue kendini toplayınca “Ah efendilerim!” diyordu. “Anneleriniz sizi ne kadar merak etti bilseniz! Kiliseye beraber gitmiştik. Dönüşte sizi evde bulamayınca öyle şaştılar ki! Marie bahçenin bir köşesinde çalışıyordu, ona sorduk, hiç haberi olmadığını anladık. Hemen oracıkta öteye beriye başvurup sizi arıyordum. Daha doğrusu sizi ne tarafta arayacağımı bilemiyordum. En sonra eski elbiselerinizi aldım. Fidèle’e koklattım, anlayışlı hayvan ne demek istediğimi sezmişti. Derhâl izlerinizi koklayarak sizi aramaya koyuldu. Daima kuyruğunu sallayarak beni Kara Dere’ye kadar götürdü. Orada oturanlardan birinden anladım ki siz kendisine affettirmek için kaçak bir zenci kadın götürmüşsünüz. Onu sizin hatırınız için affetmiş. Ama ne affediş! Kadını bana gösterdi: Ayağından zincirle bir kütüğe bağlanmış, boynuna köşeli çengelli bir halka geçirilmişti. Sonra hep etrafını koklayarak Fidèle beni Kara Dere tepesine çıkardı. Orada durdu, sesinin bütün kuvvetiyle havladı. Baktım: Orada kayalardan akan bir pınar, devrilmiş bir hurma ağacı ve hâlâ tüten bir ateş vardı. Nihayet beni buraya kadar getirdi. Biz şimdi Üç Meme Dağı’nın eteğindeyiz. Yerimize ferah ferah dört fersah uzaktayız. Buyurun biraz şunlardan yiyin, için, canlanırsınız…”
Bunu söylerken elindeki çöreği, yemişleri ve bir su kabağı içinde Hindistan ceviziyle limon, şarap ve şekerden yapılmış bir şerbeti uzatıyordu. Anneleri bu kuvvet ve ferahlık verici şerbeti onlar için hazırlamışlardı. Virginie zavallı esir kadının hâlini düşünerek içini çekti. Annelerinin merakta kalması da onu üzüyordu. İkide bir “Ah iyilik etmek ne zor şeymiş!” diyordu. Paul ile Virginie bir taraftan kahvaltılarını ederken Domingue öbür tarafta ateş yaktı. Kayaların arasında yemyeşilken çıra gibi alev saçarak yanan dalları eğri büğrü bir nevi ağaçtan bir meşale yaptı. Zira artık karanlık basmıştı. Fakat asıl güçlükler yola çıktıkları vakit kendini gösterdi: Paul ile Virginie adım atamayacak bir hâldeydiler; ayakları şişmiş, kızarmıştı. Domingue bir çare bulmak için onlardan ayrılıp uzaklara gitmek mi yoksa geceyi burada geçirmek mi daha doğru olacağını kestiremiyordu. Onlara bakıp gülerek “Nerede o günler?..” diyordu. “Sizin ikinizi birden kucağımda taşırdım! Siz büyüdünüz, ben ise ihtiyarladım, çöktüm…”
O, böyle ne yapacağını düşünürken birdenbire yirmi adım ötelerinde bir sürü kaçak zenci peyda oldu. Başkanları Paul ile Virginie’ye yaklaşarak “İyi kalpli küçük beyazlar, sakın korkmayınız.” dedi. “Biz bu sabah Kara Dere’den geçerken sizi gördük. Yanınızda zavallı bir kadın vardı. Zalim efendisine onu affettirmeye gidiyordunuz. Bu iyiliğinize karşı biz de sizi evinize kadar omzumuzda götüreceğiz.”
Adamlarına işaret etti. Ve en dinçlerinden dört kaçak zenci ağaç dallarından ve sarmaşıklardan çabucak bir sedye yaptılar. Paul ile Virginie’yi üstüne oturttular ve omuzladılar. Domingue meşalesiyle öne geçti ve bütün o vahşi sürüsünün haykırışmaları ve hayır duaları arasında kafile yola koyuldu. Bu hâllerden çok mütehassis olan Virginie, Paul’e “Görüyor musun kardeşim?..” diyordu. “Cenabıhak hiçbir iyiliği mükâfatsız bırakmıyor.”
Gece yarısına doğru kendi dağlarının eteğine vardılar. Tepesinde ateşler, ışıklar yanıyordu. Dağa çıkarlarken “Yavrularım, siz misiniz?” sesleriyle karşılandılar.
Hepsi birden “Evet biziz!” diye cevap verdiler. Çok geçmeden ellerinde yanan çıralarla, anneleriyle Marie’nin geldiğini gördüler.
Madam de la Tour “Yaramaz çocuklar!” dedi. “Ne yaptınız? Bizi merakımızdan çıldırtıyorsunuz… Nereden geliyorsunuz?”
Virginie cevap verdi: “Kara Dere’den geliyoruz, oraya kaçak esir bir kadının suçunu bağışlatmak için gitmiştik. Kadın sabahleyin buraya geldiği zaman açlıktan ölüyordu. Evin kahvaltısını ona verdim. İşte bu zenciler bizi getirdiler.”
Madam de la Tour kızına sarılarak hiçbir söz söyleyemeden öptü. Virginie annesinin gözyaşlarıyla yanaklarının ıslandığını görerek “Bana bütün çektiklerimi unutturdunuz anneciğim!” dedi.
Ötede Marguerite de pek şendi. Paul’e sarılarak “Sen de oğlum, sen de iyilik ettin değil mi?” diyordu. Çocuklarıyla birlikte kulübelerine döndükleri zaman kaçak zencilerin karınlarını