Bu iki çocuğun güzel huyları günden güne beliriyordu. Bir pazar şafak sökerken, anneleri Pamplemousses Kilisesi’nde bulunduğu sırada, kulübeyi kucaklayan muz ağaçlarının altında kaçak bir zenci kadın göründü. Bir iskeletten farkı olmayan bu zavallı kadının sırtında yalnız kalçalarını örten kaba bir bez parçası vardı, öğle yemeğini hazırlamakta bulunan Virginie’nin ayaklarına kapanarak inledi.
“Güzel hanımcığım!” diyordu. “Şu kaçak esire merhamet edin. Bir ay var ki yarı aç yarı tok, bir canlı cenaze hâlinde dağdan dağa başıboş geziyorum. Avcılarla köpekleri peşimi bırakmıyorlar. Sahibimden kaçtım. Kara Dere’nin zengin zorbalarından biri. Bakınız bana nasıl işkence ediyor.” Bunu söylerken vücudundaki kırbaç yaralarının derin izlerini gösteriyordu. “Gidip kendimi ırmağa atacaktım. Fakat sizin burada oturduğunuzu biliyordum. Mademki dedim bu memlekette oturan merhametli beyazlar var, bir kere onlara gitmeden ölüme atılmak doğru değil.”
Kadının hâli, sözleri Virginie’ye dokundu.
“Talihsiz kadın!” dedi. “Hiç merak etme. Otur da her şeyden önce karnını doyur!”
Bunu söylerken aile için hazırladığı kahvaltıyı kadının önüne koydu. Esir kadın çabucak bunun hepsini sildi süpürdü. Virginie doyduğunu görünce “Bedbaht kadın!” dedi. “Ben efendine gider, seni affettiririm. O da elbet bu hâlini görünce merhamete gelir. Beni oraya götürür müsün?”
Zenci kadın “Melek hanımcığım!” dedi. “Nereye isterseniz arkanızdan gelirim.”
Virginie kardeşini çağırdı ve beraber gelmesini söyledi. Kaçak esir kadın onları ormanların arasında izbe yollardan götürdü. Bin zorlukla yüksek dağlar aştılar ve geniş ırmaklar geçtiler, sonunda öğleye doğru bir tepenin eteğinde Kara Dere’nin kıyısına vardılar. Orada güzel yapılı bir ev, geniş fidanlıklar ve çeşitli işlerde çalışan birçok esir gördüler. Efendileri, ağzında bir pipo, elinde bir kamış baston, aralarında geziniyordu. Kara çatma kaşlı, çakır gözlü, yağsız yüzlü, iri yapılı kuru bir adamdı. Virginie heyecan içinde, Paul’ün kolundan tutarak bu adama yaklaştı ve birkaç adım geride duran esiri göstererek Allah rızası için onun suçunu bağışlamasını diledi. Mülk sahibi önce bu kılıksız iki çocuğa aldırmadı. Fakat Virginie’nin zarif endamı birdenbire dikkatini çekti. Mavi bir başlık altında güzel kumral başı, söz söylerken bütün vücudu gibi titreyen sesinin tatlı musikisiyle yalvarışını görünce piposunu ağzından çıkardı. Kamış bastonunu havaya kaldırarak Allah rızası için değil bu güzel kızın hatırı için esirini affettiğini kaba bir sözle temin etti. Virginie esir kadına efendisine doğru ilerlemesi için işaret etti, sonra oradan kaçtı. Paul de arkasından koştu. İndikleri yerden dağa tekrar tırmandılar. Tepeye varınca açlık, susuzluk ve yorgunluktan bitkin bir hâlde bir ağacın altına oturdular. Sabahtan beri aç karnına beş fersahtan ziyade bir yol almışlardı. Paul “Kardeşim!” dedi. “Vakit öğle oldu; geçti bile. Sen açsın, susuzsun. Buralarda yiyecek hiçbir şey bulamayız. Gene aşağı inelim. Bu kadının efendisinden yiyecek bir şey isteyelim, ne dersin?”
Virginie cevap verdi:
“Yok, aman kardeşim! O adamın hâli beni korkuttu. Bilmez misin annem bazı kere ‘Kötünün ekmeği ağızda olur.’ demez mi?”
“Peki o hâlde ne yapacağız? Bu ağaçların yemişleri pek fenadır, burada senin susuzluğunu giderecek bir demirhindi veya bir limon bulamayız.”
“Allah elbet bize acır. O kendisinden gıda isteyen küçük kuşların bile cıvıltısını duymuyor mu?”
Sözünü yeni bitirmişti ki yakınlardaki bir kayadan dökülen bir suyun şarıltısını duydu. Hemen o tarafa koştular. Gerçekten yakınlarında bir yerde billur gibi bir sudan içtiler. Suyun kenarında biten terelerden biraz yediler. “Daha besleyici bir gıda bulamaz mıyız?” diye iki tarafa bakındıkları sırada Virginie ormanın ağaçları arasında genç bir palmiye gördü. Bu ağacın tepesindeki yaprakları arasında lahana biçimindeki topaç, değme yemeklere değişilmez. Fakat ancak bacak kalınlığında, tepeye kadar biteviye10 uzanan gövde altmış ayaktan fazla yüksekti. Gerçi bu ağacın odunu elyaftan ibarettir fakat ağacın kendisiyle kabuğu arasında o kadar sert bir madde vardır ki en iyi baltalar işleyemez. Paul’ün yanında ise bir bıçak bile yoktu. Ağaca dibinden ateş vermeyi düşündü. Fakat ne ile ateş verecekti? Yanında çakmak filan yoktu. Her tarafı taşlık olan bu adada arandığı zaman bir çakmak taşı bulunabileceğini de ummuyorum. İhtiyaç sanat doğurur ve en faydalı icatlar en muhtaç kimselerin kafasında filizlenmiştir. Paul adanın yerlileri gibi ateş yakmayı kurdu. Sivri bir taşla çok kuru bir dalın ortasına ufak bir delik açtıktan sonra dalı ayağının altına yerleştirdi. Sonra bu taşın keskin tarafıyla başka bir kuru dalın bir ucunu sivrilterek ayağının altındaki deliğe uydurdu. Birini ayağıyla tespit ettikten sonra çikolata köpüğü yapmak için çevrilen el değirmeni gibi hızla çevirmeye başladı. Çok geçmeden temas noktasından dumanlar ve kıvılcımlar çıkmaya başladı. Bunun üzerine Paul topladığı kuru yaprakları ve dalları da tutuşturarak onlarla ağacı ateşledi. Biraz sonra koca gövde büyük bir gürültü ile devrilmişti. Yakılan ateş ağacın tepesindeki topacı dikenli ve katı yapraklardan ayırmaya da yaradı. Virginie ile beraber bunun yarısını çiğ olarak, yarısını da külde pişirerek yediler ve her ikisini de birbirinden lezzetli buldular. O sabah bir zavallıya iyilikte bulundukları düşüncesiyle bu sade yemek pek neşeli geçti. Fakat çok uzun süren bu uzaklaşmanın annelerini nasıl meraka düşüreceği hatırlarına gelince neşeleri kaçtı. Virginie ikide bir bu konuya geliyordu. Bununla beraber Paul’ün karnı doymuş, gücü kuvveti yerine gelmişti. Çok geçmeden eve dönebileceklerini ve annelerini meraktan kurtaracaklarını temin etti.
Yemekten sonra büyük bir üzüntüye düştüler çünkü onları evlerine götürecek bir kılavuzları yoktu. Hiçbir şeyden yılmayan Paul buna da çare buldu.
“Bizim kulübeler…” diyordu. “öğle güneşi tarafındadır. Bu sabah yaptığımız gibi şu karşıda gördüğün üç tepeli dağın üstünden aşmalıyız. Hadi yavrum yürüyelim.”
Gösterdiği dağın adı Üç Meme’dir. Çünkü üç yuvarlak tepesi tam birer meme biçimindedir. Şimal yamacından Kara Dere tepesini indiler. Bir saat yürüdükten sonra karşılarına çıkan ve yollarını kesen geniş bir derenin kıyısına vardılar. Adanın her tarafı ormanlık olan bu büyük parçası hâlâ o kadar meçhul kalmıştır ki birçok dağlarının ve ırmaklarının daha adı bile yoktur. Kıyısına vardıkları derenin yatağı kayalıktır, kaynayarak akar. Suların şarıltısı Virginie’yi ürküttü. Geçit yerinde bir türlü ayağını suya koyamıyordu. Paul o zaman Virginie’yi sırtına aldı ve suların şamatasına aldırmayarak kıymetli yükü ile kaygan taşlara basa basa dereyi geçti.
“Korkma!” diyordu. “Seninle beraber olunca ben kendimi çok kuvvetli buluyorum. Eğer Kara Dere senin o esir kadın hakkındaki dileğini raddedeydi kendisiyle vuruşacaktım.”
Virginie “Nasıl?” dedi. “O dev gibi kötü herifle mi? Bilmeyerek başına ne işler açacakmışım. Ya Rabbi iyilik etmek