Fakat ötede, Dördüncü Murat’ın nüfuzunu kırarak bir kenarda bıraktığı Valide Sultan vardı. Kösem Valide diye şöhret bulan Mahpeyker Sultan evvelki nüfuz ve kuvvetini geri almak istiyor, Kara Mustafa Paşa’yı çekemiyor, oğlu Deli İbrahim’i Sadrazam aleyhine kışkırtıyordu.
Yeniden saray entrikaları meydana çıkmıştı. Padişaha karşı bu entrikaların muhalif kanadını oluşturan gözde hasekilerin, cariyelerin, hemşire sultanların, ulema takımının, yeniçeri zorbalarının ve Cinci Hocanın önünde Kösem Valide Sultan gidiyordu. Bunların hepsinin müşterek bir hasımları vardı:
Sadrazam Kara Mustafa Paşa.
Çünkü Sadrazam, ulema denilen çıkarcı cahillerin oyunlarını bozmuştu. Yeniçeri zorbalarına baş kaldırtmıyor, saray entrikalarına ve yağmalarına meydan bırakmıyordu. Padişahı korkutmuş, sindirmişti. Cinci Hoca ile avenesi de ondan titrerdi. Hasılı bütün nüfuz ve kudret onun elinde idi.
Nihayet Kösem Valide Sultan’ın şeytanlığı galip geldi. Padişah ile yeniçeri zorbalarının arası iyileşti. Sadrazam, Deli Hünkâr ’ı yeniçerilerle korkuturdu. Zorbaları yalnız kendi kuvvetiyle tutmakta olduğuna inandırmıştı.
Valide Sultan, Cinci Hoca vasıtasıyla Padişahı gizli gizli yeniçeri zorbalarıyla görüştürdü. Yeniçeri ocağının ağaları da Padişahın yanında Sadrazamdan şikâyete başladılar.
Sultan İbrahim, Cinci Hocası olacak genç, edepsiz softanın büyüklüğüne ve mucizelerine inanmıştı.
Cinci Hoca Hüseyin Efendi yakışıklı bir genç olduğu için onu kadınlar da takdir ederdi. Saraydaki birçok gözde, onun nefesinin tesirinden istifade için hastalıklar icat ediyorlardı. Cinci Hoca sarayda okumak, nefes etmek bahanesiyle her daireye giriyordu. Büyük bir itibar kazanmaya muvaffak olmuştu.
Şeytan gibi zeki, çok kuvvetli, çok cesur bir adamdı. Bütün bu kuvvetlerini büyük bir servet toplamak hırsıyla kullanıyordu. Hırs ve açgözlülüğünün sınırı yoktu. Padişahtan, sultanlardan, hasekilerden aldığı büyük bağışlarla yetinmiyor, siyaset işlerine de burun sokuyor ve para ile valilikler, kadılıklar dağıttırıyordu. Karşısında bu yaptıklarına şiddetle muhalif müthiş bir kuvvet vardı. Sadrazamı attırmak ve idam ettirmek için Deli Hünkâr ’ı kandırmak hiç de güç bir şey olmadı. Çünkü o da Sadrazamdan korkuyor, onu istemiyordu. Bir sebep icat ettiler, nihayet Sadrazam idam edildi.
Kara Mustafa Paşa’nın ortadan kalkmasıyla memleket ve idare bir girdaba doğru süratle yuvarlanmaya başladı. Sarayları dolduran kadın erkek türlü türlü mecnunları zaptedecek hiçbir kuvvet kalmamıştı. Müthiş bir curcuna, bir keşmekeş hüküm sürüyor, yeniçeri zorbaları şımardıkça şımarıyordu.
Az zaman sonra meşhur şair, Şeyhülislam Yahya Efendi de vefat etti. Memlekette yeniçerilerden daha büyük bir bela olan, ulema namı altındaki cahiller sürüsünü zaptedecek bir kuvvet kalmadı. Saraylıların başında Yusuf Paşa, ulema sürüsünün başında Cinci Hoca vardı. Bunlar birleşerek Padişahı pençelerinin arasına aldılar.
Mertlik, kahramanlık zamanı değildi. Hileler, fitneler arasında koşan kalleşler yüz buluyor, iş görüyordu.
Sadarete Sultanzâde Mahmut Paşa getirilmişti. O da her emre itaat ederek yağmacılıkta bütün devlet ileri gelenlerini geride bırakacak bir kalleşti.
Bu keşmekeş içinde İstanbul’da yer yer gizli cemiyetler ve külah kapmak için tuzaklar kuruluyor, fitne kazanları kaynatılıyordu.
Hobyar Köşkü’nde de bu maksatla bir içki âlemi tertip olunmuştu.
Köşkün dağ tarafı bağlar, bahçeler arasından Haliç’e bakıyordu. Hobyar Kadın sarayda büyümüş, bütün entrikalara karışmış, şeytan gibi zeki, melek gibi güzel bir afetti. Her işe burnunu soktuğu sırada nasılsa Kösem Valide Sultan’ın gazabına uğramış, saraydan atılması istenmişti.
İşlediği suç, bir çuvala konulup Sarayburnu’ndan akıntıya atılmasını gerektirecek kadar büyük değildi. Sarayda birçok dostları, yandaşları vardı. Ona acıdılar. Çeyizi düzülerek, devletin ileri gelenlerinden İbrahim Ağa adında birine verildi. Çırak çıkarıldı.
İbrahim Ağa rint, laubali, şen, neşeli, delişmen bir Bektaşi idi. Dünyada zevkinden, içki âlemlerinden başka hiçbir şeye önem vermezdi. Genç, güzel, pek zeki karısını da erenler divanına soktu. Hobyar tekvin devranını gördü, dört kapı âlemini öğrendi, cem âlemlerinde birçok saygın kadın tanıdı. Bektaşilik muhitinde yüz güzelliği mânâlı ve çok önemli bir şeydi. Hobyar da çok parlak ve nadide bir güzelliğe sahipti. Erenler arasında yüksek mertebelere çıktı.
Köşkte sık sık gönül ehli canlarla Cam-ı Cem âlemleri tertip olunur, bazen de fitne fesat cemiyetleri kurulurdu. İşte bugün de böyle bir cemiyet toplanmıştı. Gelenlerin çoğu Bektaşi idi. Fakat Bektaşi olmayanların da davet edildiği olurdu.
Bugünkü cemiyette Sultan İbrahim’in anne ayrı hemşirelerinden Belkıs Sultan da hazırdı. Bu sebeple kadınlar erkeklerden ayrı olarak toplanmışlardı.
Belkıs Sultan’la Hobyar’ın her ikisi de Kösem Valide’nin hışmına, zulmüne uğramışlardı. Düşmanları müşterekti. Aralarında pek samimi bir yakınlaşma meydana gelmişti. Her ikisi de saray ve şehir entrikalarıyla meşgul olur, “İhtiyar Cadı” dedikleri Kösem Valide Sultan’ın kuyusunu kazmaya çalışırlardı.
Her ikisinin de güzelliği, zekâsı, saraylardaki tanıdıkları, yorulmak bilmez faaliyetleri, sönmez kin ve düşmanlıkları kendilerine büyük bir itibar ve kuvvet sağlamıştı. Her şeyden haberdar oluyorlar, her olaydan faydalanmasını biliyorlardı. Sarayda, sahip oldukları kuvvet sayesinde Kösem Valide Sultan ile oğlunun arasını bozmada başarılı olmuşlardı. Deli İbrahim, validesini saraydan uzaklaştırıp sözde bağımsız kalmış, aslında Cinci Hoca ve Yusuf Paşa gibi entrikacıların pençesine düşmüştü.
Düşmanları müşterek olduğu için Belkıs Sultan ve Hobyar Kadın ile Cinci Hoca arasında tanışıklık vardı. Hatta Kara Mustafa Paşa’yı düşürmek, idam ettirmek için de hep el birliğiyle çalışmışlardı.
Kardeşinin zulmüyle kocası Nakkaş Paşa idam olunup bütün mal varlığına el konulduktan sonra Belkıs Sultan ihtişam ve debdebeden mahrum, sade bir hayat yaşamaya başlamıştı. Arabaları yoktu. Buraya ihtiyar bir kölesinin eşliğinde yürüyerek gelmişti. Kendisini karşılamaya çıkan Hobyar Kadın’a, “Çok terliyim. Bahçede oturamayacağım. Yukarı çıkalım, terimi alayım. Sonra bahçeye ineriz,” dedi. Yan yana yürürlerken ilave etti:
“Sana gizlice anlatılacak önemli haberlerim var.”
Yukarıda oturunca Hobyar Kadın büyük bir merakla sordu:
“Önemli haberleriniz neye ilişkindir? Acaba benim de haber aldığım şeyler mi?”
“Benim aldığım haberleri İstanbul’da hiç kimsenin duyabilme ihtimali yoktur. Mısır ’dan mektup aldım.”
“Mısır ’dan mı? Kimden?”
“Yetiştirdiğim bir Macar kızı, zeki, güzel bir halayığım vardı. Bütün mallarım gibi onu da haraç mezat satmışlardı. Kızdan şimdiye kadar hiçbir haber almamıştım. Hayret ediyordum. Onu evladım gibi, büyük emellerle büyütmüş, terbiye etmiştim. Pek güzel okur ve yazardı. Bana senelerden beri bir mektup bile göndermemiş olmasından endişeler içinde kaldım. Ve nihayet bir felâkete uğramış, belki de ölmüş olduğuna hükmettim. Kızı unutmuştum. Dün Mısır ’dan gönderdiği bir mektubunu getirdiler.”
“Kızı