“Tehlike var! Girit korsanlarıdır! Savaşacağız!”
Bu müthiş haber üzerine etrafı çığlıklar, gürültüler kapladı. Haber verilen, korkulan felâket işte gelip çatmıştı. Şimdi Mekke Kadısına sövüyor, sayıyorlardı. Kaptan bağırıyordu:
“Bize buralarda Girit korsanları dolaşıyor, Girit sularından geçmek caiz değildir demediler miydi? İnanmadılar. Bana korkak dediler. İşte felâket geldi çattı.”
Hiddetlenen, korkan diğer gemiciler de bağırmaya başladılar:
“Kadı Efendi nasihat dinledi mi? Kaptana korkak dedi, hakaret etti. Mutlaka yola çıkmalıyız diye ayak diredi.”
“Kadı Efendi hac zamanını kaçırmamak, zavallı hacılardan ölenlerin mirasına konmak için bir an evvel Mekke’ye yetişmek istiyor.”
“Şimdi iyi yetişecek.”
Bu gürültüler arasında Mekke Kadısı ile upuzun, sivri, simsiyah ihtiyar zenci Sümbül Ağa meydana çıktılar. Onlar da korku ve heyecan içindeydiler.
1052’de, Sultan İbrahim’in çılgın saltanatı zamanındaydı. Sarayda hasekilerden birinin hışmına uğrayan Darüssaâde Ağası Sümbül, görevinden alınmış ve derhal Mısır ’a sürgün edilmesine emir çıkmıştı.
Donanma Karadeniz’deydi. Darüssaâde Ağasını Mısır’a götürecek uygun büyüklükte bir gemi bulunamadı. İbrahim Çelebi namında bir reisin çektirisi kiralandı. Kızlar Ağasının mallarına el konulmamıştı. Bütün kıymetli eşyası ve pek sevdiği atları da gemiye bindirildi.
İbrahim Çelebi çekirdekten yetişmiş, yakışıklı, cesur bir gemiciydi. Fakat açgözlüydü. Kızlar Ağasının eşyası ve hayvanlarıyla dolmuş olan gemisine başka müşteriler de aldı.
Hac zamanı geçmeden önce görev yerine yetişmek isteyen ve gidecek yolcu gemisi bekleyen Mekke Kadısı da maiyeti ile beraber bu gemiye bindi. İbrahim Çelebi, müracaat eden daha birçok hacıyı, Mısır yolcularını da reddetmedi. Gemi hıncahınç dolmuştu. Mahşeri bir kalabalık vardı.
Gemi Rodos’a varacağı zaman hükümet memurları, “Bugünlerde Mısır’a doğru gitmeyiniz. Girit sularında korsan gemileri görüldü. Balıkçı kayıklarını bile soydular,” demişlerdi.
Reis İbrahim Çelebi, Girit korsanlarının ne müthiş canavarlar olduğunu bilirdi. Yola çıkmak istemedi.
“Beş on gün burada bekleriz. Elbet uzaklaşırlar. Yahut buraya başka gemiler de uğrar, onlarla beraber çıkarız,” dedi.
Fakat Mekke Kadısı hac zamanı geçmeden Hicaz’a yetişmek istiyor, vakit kaybedilmemesi, hemen yola çıkılması için ısrar ediyordu. Kızlar Ağasını kandırmıştı. Cahil ve mağrur zenci, “Su üstünde niye duralım? Biz Padişahın iradesiyle gidiyoruz. Kimden korkacağız? Girit korsanlarının bize ilişmek haddine mi düşmüş?” diyordu.
İbrahim Reis, “Yeterli topumuz yok. Gemi çok yüklü. Onlar bir sürü gemiyle gelecekler. Tehlike büyük,” dedikçe, Kızlar Ağası, Mekke Kadısının teşvikiyle, “Sen korkak… Sen miskin…” diye zavallının hislerine saldırıyor, onu tahrik ediyor, bağırıyor çağırıyordu.
Hacılar, yolcular iki taraf olmuşlardı. Bir kısmı hemen yola devam etmek, diğer kısmı beş on gün Rodos’ta kalarak durumu değerlendirmek, başka gemiler gelirse yola onlarla beraber çıkmak istiyorlardı.
Kalmak taraftarlarından biri karısına hafif bir sesle, “Reis kendi kamarasını esrarengiz bir aileye kiralamıştır. Şişman bir adamla pek güzel bir kızı, bir de oğlu var. Kalabalık arasına çıkmıyor, kimse ile görüşmüyorlar. Ben onları bir sabah, herkesin uyuduğu sırada, güneş doğarken hava almaya çıktıklarında gördüm. Saraya mensup pek nüfuzlu, önemli bir adam olmalı. Ona başvuralım,” dedi.
“Bu divane Kızlar Ağası ve Mekke Kadısına söz geçirebilirse!”
İkisi birlikte bu esrarengiz kişiyi görmek, işe müdahalesini rica etmek için kaptan kamarasının kapısına gittiler.
Karşılarına genç âşık Suphi çıktı. Ona pek önemli bir iş için babasını görmek istediklerini söylediler.
Zeynel Ağa gecelik entarisi, laubali tavrı ile epeyce neşeli bir halde kapı önünde göründü. Ziyaretçiler ona gelişlerindeki maksadı anlattılar. Hayretle gözlerini açtı.
“Ne diyorsunuz? Bu divane Arap ile Kadı bütün mallarını verdikten başka esir olmak, satılmak mı istiyorlar? Hiç korsanlara karşı böyle yüklü bir tek gemi ile gidilir mi?” dedi.
Hemen giyindi. Heybetli bir kıyafetle meydana çıktı. Evvela kaptanın yanına gitti, onu kandırmaya çalıştı. İnatçı İbrahim Çelebi başka söz söylemiyordu.
“Bana korkak dediler. Ölümlerden bile korkmadığımı ispat edeceğim. Bela gelir çatarsa onlar da görürler.”
“Çelebi, sen hiç korsanlara tesadüf etmedin mi? Ben bir kere esir oldum, biliyorum. Denizde onlar müthiş bir afettir. Bütün malı aldıktan başka gemiyi elinden alacaklar, hepimizi esir edeceklerdir. Geçen defa kendimi satın alıncaya kadar ne belalar çektim, ben bilirim. Memleketinde serveti olan, yolunu bulan kişi kendini satın alıp kurtarabilirse de buna muvaffak olamayanlar hayvan gibi pazarlarda satılır, ölünceye kadar itilir kakılırlar. İyi düşün. Bir gücenme, bir inat uğruna kabadayılık davasıyla atılacağın felâketin derecesini ölç, biç.”
“Ne yapalım, Allah’ın dediği olacak. Bana korkak diyenler düşünsün.”
“Peki, sana korkak diyen ve gitmek isteyenler bu fikirlerinden vazgeçer, sana gelir, gitmeyelim derlerse?”
İnatçı kaptan bir an düşündü. Kızlar Ağası ile Mekke Kadısının ayağına gelerek kendisinden özür dilemeleri hoşuna gidecekti.
“Hele bir kere gelecek olsunlar,” dedi.
Zeynel Ağa oradan Kızlar Ağasının yanına gitti. Mekke Kadısı da orada idi. Onlara tehlikenin büyüklüğünü, neticelerini, bütün felâketleri, kendisinin esarette geçirdiği günleri uzun uzadıya anlattı. Onları yumuşatmayı başardı. Daha beş on gün kalmaya razı oldular. Şimdi iş onların gemi reisine gidip Rodos’ta kalmayı kabul ettiklerini, geminin bugün hareket etmemesini söylemelerine kalmıştı.
Zeynel Ağa bunu teklif edince Kızlar Ağası yerinden fırladı.
“Ne? Ben, saraylarda padişahlarla sultanlar arasında yaşamış Darüssaâde Ağası, bu miskin gemicinin ayağına mı gideyim? Onun gibi bin gemiciye ayağımı öptürmüşüm, ayağına gider miyim?”
Mekke Kadısı da zencinin bu gururunu, inadını görünce ondan aşağı kalmak istemedi. İlmiye payesinin büyüklüğünden, şerefinden bahsediyor; kaptanın ayağına gitmeye, ondan özür dilemeye katiyen razı olamayacağını anlatıyordu.
“Fakat sizin gururunuz, inadınız yüzünden gemideki bütün insanların hayatı müthiş tehlikelere itiliyor.”
“Bundan ben sorumlu değilim. Onu reis denen Çelebiye anlat.”
“O, inatçı bir cahil. Söz anlamıyor, Bana korkak dediler. Korkak olmadığımı anlasınlar, özür dilesinler, diyor. Siz bu cahilin aklına uymayın.”
Her ikisi bir ağızdan bağırdılar.
“Mümkün değil! Biz o miskin herifin ayağına gidip ne özür dileriz, ne de yalvarırız. O korsanlardan korkmuyorsa, biz hiç korkmayız.”
Bu inat karmaşasında