“Geminin reisi ile Kızlar Ağası ve Mekke Kadısı kavga etmişler. Onları barıştırmaya çalıştım,” dedi.
Nurü’l-ayn sordu:
“Barıştırabildiniz mi?”
“Hayır.”
“Neden kavga etmişler?
“Biri diğerine korkak demiş.”
“Neden korkak, korkulacak bir şey mi varmış?”
“Adam sende, nemize lazım! Biz burada kendi zevkimize bakalım. Şuradan dolu bir kadeh daha ver de, başladığın tatlı hikâyeye devam et.”
Güzel kız, Zeynel Ağa’ya bir kadeh şarap sundu. Sonra oturdu. Konuşmasını büyük bir şevkle bekleyen Suphi’ye tebessümler ederek başladı. Çocukluk hayatını ve esarete nasıl düştüğünü anlatıyordu.
“Misafir çocuklarıyla şatonun bahçesinde, ağaçların altında oynuyorduk. Şatodan iyice uzaklaşmıştık. Birdenbire kilisenin çanı tehlike, felâket bildiren bir ahenkle acı acı çalmaya başladı. Arkasından da gürültüler, çığlıklar koptu.
Hep çocuktuk. Fakat en küçüğümüz on yaşında vardı. Ani bir felâket geldiğini anlayabilmiştik. Şatoya doğru koşarken etraftan silah sesleri ve naralar gelmeye başladı. Savaş oluyordu. Şato düşman hücumuna uğramıştı. Henüz tereddütler içinde şatoya kaçmak için koştuğumuz sırada, çılgınca koşturdukları atlarla bize doğru gelen sekiz on kadar sarıklı, sırmalı cepkenli, korkunç suratlı süvarinin karşısında donup kaldık. Korkumuzdan bağırıp ağlayamıyorduk bile.
Bu süvarilerden biri parmağını dudaklarının üstüne koyarak bize sus işareti yaptı. Yanımıza yaklaştı. Her birimizin boyunu, bosunu, yüzünü inceledi. İçimizden üçünü seçti ve hayvanlarının terkisine bindirerek güzelce bağladı. Bu esir alınan kızlar içinde ben de vardım.
Ağlamak, bağırmak isteyenleri müthiş tehditlerle susturuyorlardı. Bizi şatodan bir saat kadar uzaktaki ormana götürdüler. Orada birçok süvari, esir alınmış diğer Macar kızlarla çocuklar, pahada ağır yükte hafif eşyalar vardı.
Birkaç saat bekledik. Bizden sonra da birtakım süvariler, esirler ve eşya geldi. Meğer bunlar huduttan gelen Türk akıncıları imiş. Yıldırım hızıyla etrafı talan eden akıncılar burada toplanınca dönüş başladı. Günlerce hayvan üstünde gittik. Türk akıncılarının geçtiğinden haberdar olan bütün Macar köylüleri dağılıp gizlenmişlerdi. Kırlarda, köylerde kimselere tesadüf etmiyorduk.
Sınıra geldiğimiz zaman dağıldık. Benim Macar asilzadelerinden olduğumu, sesimin güzelliğini, iyi saz çaldığımı anladıkları zaman beni Budin Valisine gönderdiler. Vali Mustafa Paşa da biraz zaman geçtikten sonra beni İstanbul’a, Padişahın kız kardeşi Belkıs Sultan’a hediye yolladı.
Sultanın eşi Nakkaş Paşa Mısır Valisi idi. Oraya servet toplamaya, zengin olmaya gitmişti. Belkıs Sultan İstanbul’da eşinin getireceği hazineleri beklerken büyük bir ihtişam ve debdebe içinde yaşıyordu. Sarayında benim gibi yüzlerce cariye ve kölesi vardı.
Sultan beni pek beğendi ve sevdi. Kendi evladı olmadığı için, beni bir evlat gibi terbiye ederek büyütmeye çalışıyor, eğitimde gösterdiğim kabiliyetten pek memnun oluyordu. Kısa zamanda Türkçeyi öğrendim. Okuyup yazmaya başladım. Rebap çalıyor; doğu müziğinden anlıyor, zevk alıyordum.
Belkıs Sultan’ın sarayında bir prenses gibi büyüdüm. On dört yaşına gelmiştim. Mazimi, içinde bulunduğum durumu, geleceğimi düşünebiliyordum. Beni en çok Macaristan’daki ailem, onların hali düşündürüyordu.
Bir gün derdimi Belkıs Sultan’a açtım. Beni lütfen Bu-din Valisinin yanına kadar gönderin. Oradan Macaristan’a geçeyim. Bir kere ailemi bulup, onlarla görüşeyim. Onlar da benim hayatta ve mutlu olduğumu anlasınlar. Yine buraya gelirim, diye yalvardım. Sultan güldü.
Çocuk, dedi. Aklın mı ermiyor, beni aldatmak mı istiyorsun? Ailenin yanına gittikten sonra bir daha onlar seni bırakırlar mı? Demek burada benim evladım gibi yaşamaktan memnun değilsin ki…
Vallahi çok memnunum. Sizden ayrılmak istemem. Fakat ne yapayım? Devamlı onları düşünüyorum. Anamı, babamı bir kerecik olsun görmek istiyorum. Annem benim için kim bilir ne kadar ağlıyordur.
Bu sözleri üzgün, ümitsiz bir tavırla söylemiştim. Belkıs Sultan acıdı, beni yanına oturttu. Hüznümü gidermek için saçlarımı okşarken konuşuyor, bana ümitler veriyordu.
Bak kızım, ben seni bu memlekette hükmü geçen biri olman için büyütüyor, terbiye ediyorum. Olgunlaştığın zaman seni kardeşim Sultan İbrahim’e hediye edeceğim. Bizde padişahlar ekseriya senin gibi esir kızlara esir olmuşlardır. Yıldırım Beyazıt, Sırp Kralı’nın kız kardeşi Olivera ile evlendiği zaman onun otoritesine yenik düştüğü gibi, bir Rus rahibinin kızı olan Roksalan da Hürrem Sultan unvanıyla Kanuni Sultan Süleyman’ı zülfünün teline bağlayıp senelerce hükümran oldu. Venedikli Sofia Baffo yani Safiye Sultan, Üçüncü Murat’ı cazibesine, kültürüne esir etti. Nihayet, hâlâ başımıza bela kesilen Valide Sultan senelerden beri padişahları ve memleketi pençesinde tutmuyor mu? O da bir Rum rahibin kızı Anastasya idi, Mahpeyker Sultan oldu. Şimdi kardeşim Sultan İbrahim’i bu Valide Sultanın hâkimiyetinden, pençesinden kurtarmak gerek. Bunu da ancak pek güzel, pek zeki bir kadın yapacaktır. Seni bunun için yetiştiriyorum. Sarayda hükmü geçen bir sultan olduğun zaman Macaristan’daki bütün akrabalarını buraya getirir, görür, servet ve zenginliğe gark edersin.
O zaman pek taze, çocuk sayılabilecek bir çağda idim. Saraya girmek, sınırsız elmaslara, hazinelere sahip bir sultan olmak hayali kalbimde arzular, hevesler uyandırdı. Daha ciddi bir gayretle çalışmaya, okumaya, yazmaya, her şeyi öğrenmeye çalıştım ve en çok da tarih okudum. Dünyayı, hayatı anladım zannediyordum.”
Zeynel Ağa, bilhassa Suphi Bey, güzel kızın sözlerini büyük bir hayretle dinliyorlardı. Nurü’l-ayn gözlerinde bir kat daha yükseliyordu. Zeynel Ağa sordu:
“Şimdi hayatı o zaman öğrendiğiniz, anladığınızdan başka mı buluyorsunuz?”
“Tabii değil mi? Hayat okumak, masal dinlemekle anlaşılmıyor. Zihnin, gözlerin açılması için türlü hadiseler arasında yuvarlanmak, felâketler görmek, tecrübeler edinmek lazımmış.”
“Demek ki Belkıs Sultan’ın sarayında acılar, felâketler gördünüz?”
“Gözümün önünde yıkımlar ve değişiklikler oldu. Talih sediri darağacına, debdebe ve ihtişam sarayı aciz ve yoksul bir kulübeye döndü. Sultanın kocası Mısır Valisi Nakkaş Paşa’nın dönüşünü bekliyorduk. Bize emsalsiz elmaslar ve kumaşlar getireceğini bildiğimiz Nakkaş Paşa, neticede İstanbul’a gemiler dolusu muazzam bir servetle gelmişti. Fakat onu rakip gören, sadrazam olmasından korkan gammazlar kuş beyinli Padişahı kolayca aldattılar. Belkıs Sultan’ın karşısına çıkacağı düşüncesi Mahpeyker Sultan’ı da etkiledi. Güya diğer vezirlerin yapmadığı bir şeymiş gibi Nakkaş Paşa’nın Mısır’da ahaliyi soyarak büyük bir servet topladığını ileri sürdüler. Servetine el konulması için Hünkârı kandırdılar. Bu haber bizim saraya gelince Belkıs Sultan küplere bindi. Zeki fakat çok asabi bir kadındı. Heyecanlarla yerinden kalktı, Topkapı Sarayı’na koştu ve kardeşini buldu. Galiba bulunduğu sinirli haliyle bağırmış, çağırmış, divane Padişahı büsbütün kızdırmış. Sonunda Nakkaş Paşa’nın idamına, Belkıs Sultan’ın da hapsedilerek bütün malına el konulmasına emir çıkmış.
Padişahın