Yılanlar ve benzer hayvanlar da genelde kötü yaratıklar olarak görülüyor ve yok ediliyorlardı. Ruhun yeraltı diyarında karşılaşacağı en büyük düşman, dini yazıtlarda devasa bir yılan olarak tasvir edilen Apep ismindeki sürüngendi. Yine de birkaç türün kutsal kabul edildiği ve bu türe karşı derin bir saygı beslendiği de oluyordu, bunlardan biri uraeus4 yahut basilisk yılanlarıydı. Resmi, Mısır’daki tapınakların neredeyse tümünün kapılarının üstüne oyuluyordu. Altından yapılma tasviri ise Mısır tacının başlıca süsü olarak kullanılıyordu.
Kuş türlerinin birçoğu da kutsal sayılıyordu. En başta şahin, sonrasındaysa beyaz tüylü, uzun siyah kuyruklu, leylek bacaklı kelaynak geliyordu. Şahin Horus’la, kelaynak ise Thoth’la ilişkilendirilmişti. Bu kuşlardan herhangi biri kasten ya da kazara öldürülürse, öldüren kişi ölümle cezalandırılıyordu.
Velhasıl Antik Mısırlılar, Tanrı ve onun varlığını çevreleyen tüm canlılara dair kesin ve düzenli bir inanca sahipti. İnançlarına göre kendilerini, dünya üzerinde yaptıkları iyi veya kötü işlere göre, ahirette mükâfatlar yahut cezalar bekliyordu. Ahiret inançları, tüm düşüncelerini ve eylemlerini etkiliyordu. Tanrılara başvurmadan hiçbir işe girişmezlerdi. Tüm işlerini tanrıların gözetlediğini düşünerek yaparlardı. Dolayısıyla çok ahlâklı bir yaşam sürüyorlardı, öğretileri ise asil ve saf bir nitelik taşıyordu.
Bu insanlar, cennete gidecek olanın yalnızca ruh olduğuna inanmıyorlardı: Bedenin de yükseleceğini ve çok daha kusursuz bir diyarda varlığını sürdüreceğini düşünüyorlardı. Bu nedenle ölümden sonra bedene büyük bir önem veriliyordu; böylece ruh geri dönüp onu talep ettiğinde beden hazır olabilecekti. Cansız beden, mumyalama konusunda özel bir eğitim görmüş kişilere teslim edilirdi. Bu kişiler güzel kokuları ve gizemli ilaçları kullanarak cansız bedenleri çürümeye karşı dayanaklı bir hale getiriyordu. Bu insanların maharetleri, bugün müzelerimizde bulunan birçok mumyada açıkça görülebilir. Bu mumyalar, dinlenmeye çekildikleri günden binlerce yıl sonrasında bile, sanki canlı gibi görünüyor.
Eğer mumyalanan bir firavunun ya da yüce bir soylunun bedeniyse mumya, yan taraflarında ölünün yeraltı diyarındaki yolculuğunu tasvir eden oymaların yer aldığı, granitten yapılma ihtişamlı lahitlere yatırılırdı. Onu bekleyen yolda ruha yardımcı olması maksadıyla mezarın çevresine ölünün koruyucu tanrılarının heykelleri yerleştirilir, duvarlar kutsal metinlerle kaplanır ve parlak renklere boyanırdı. Bu denli pahalı cenazelerin altından kalkamayacak kimseler, üzerine kutsal metinlerle birlikte ölünün resminin de çizildiği ahşap tabutlarla yetinirlerdi. Müzelerde çok sık rastladığımız tabutlar genelde bu türden tabutlardır. Lakin tabut ister granit ister ahşap olsun, hatta isterse ölünün etrafını çevreleyen şey yalnızca dostane çöl kumları olsun; bunlar çok da büyük bir önem arz etmiyordu. Beden orada, sakin ve dingin bir huzur içinde, tekrar birleşmek üzere yolculuğundan ve mücadelelerinden dönecek ruhu bekliyordu. Bu birleşme gerçekleştiğinde saflık ve hakikat özüyle dolacak, “Muhteşem Huzur Tarlaları” diye adlandırılan topraklara gideceklerdi.
3. BÖLÜM
Her Şeyin Başlangıcı
Cağlar önce, sayabileceğinizden çok ama çok uzun yıllar önce ne toprak ne deniz ne de gökyüzü vardı. Tüm mekâna yayılan su dolu kütleden başka hiçbir şey yoktu ve bu durum zamanın başlangıcından beri böyleydi. Bu kütlenin içinde bir tanrı, yani o kütleyle birlikte her zaman var olagelmiş Ruh yaşıyordu. Ne bir biçime ne bir bedene ne de gerçek bir varoluşa sahipti. Sıvı kütlenin kendisinin içinde de bir yaşam, bir hareket ya da bir gün bu kütleden güzel dünyamızın ve yıldızlarla dolu gökyüzümüzün doğacağını işaret eden bir belirti yoktu.
Bir gün öyle bir şey oldu ki suyun içinde yaşayan Ruh, adını dile getirmek için hareket etti, bu hareket ona bir tanrı formu bahşetti; Ruh, devasa ve müthiş bir bedene sahip oldu. Diğer tanrılar, insanlar ve kadınlar, hayvanlar ve bitkiler, kısacası yaratılan her şey ondan doğacaktı. Adı Khepera’ydı, tüm şeylerin ışığı ve yaşamı oldu. Oracıkta tek başına, vakur bir halde derin derin düşünmeye başladı.
Khepera’nın üstünde dikilebileceği bir yer o sırada yoktu, bu yüzden uzun uzun düşündükten sonra, sıvı kütlenin içindeki maddeleri ayırmaya karar verip toprağı ve denizi yarattı. Sonrasında kendisine yardım edecek başka tanrılar yaratmanın uygun olacağını düşündü. Kelamının gücüyle iki yardımcı yarattı; biri ışığın kaynağı, diğeriyse dünyanın üstünde büyük, mavi bir perde gibi asılı gökyüzü oldu.
Bir ışık tanrısı var olmasına rağmen, ışığı karanlıktan ayıracak herhangi bir şey yoktu. Bir gün yeni tanrılar Khepera’ya devasa bir ateş topu getirdiler, Khepera bu ateş topunu alıp onu bir göz niyetine çehresine yerleştirdi. Bu göz o kadar parlaktı ki tüm dünyaya ışık saçıyordu, gökyüzündeki günlük seyahati sırasında dünyada gerçekleşen her şeyi görebiliyordu. Bu göz güneşin ta kendisiydi. Yalnızca tüm ışığın ve ısının, yani dünya üzerindeki tüm yaşamın kaynağı değildi; aynı zamanda her şeyi görebiliyordu, ondan hiçbir şey saklanamazdı, sonraki çağlarda insanlar onu bir tanrı, hatta tüm tanrıların en büyüğü olarak gördüler.
Bir gün Ra, ki bu o gözün adıydı, neler gördüğünü Yüce Ruh’a bildirmek için gökyüzündeki seyahatinden geri dönmüştü ki Khepera’nın başka bir göz daha bulduğunu gördü. Doğru, bu göz Ra kadar güçlü değildi, fakat Ra yine de sinirlenmişti. Işıkveren olarak elinde tuttuğu ulu mertebeyi kaybedebileceğini düşünmüştü, en iyi ihtimalle bu hükümranlığı bir başkasıyla paylaşmak zorunda kalacaktı. Kıskançlıkla dolarak Yaratıcı’ya öfkelendi. Bunun üzerine Khepera, belki de Ra’yı cezalandırmak için, yeni gözünün Ra’nın gökyüzünde olmadığı vakitlerde yalnızca ışık saçmayacağını, ayrıca zamanın da onun yoluyla ölçüleceğini duyurdu. Böylece diğer göz, yani ay, tüm insanlarca bir ayın uzunluğunu hesaplamak için kullanılageldi.
O zamana dek Khepera’ya işinde yardımcı olacaklardan başka hiçbir varlık yaratılmamıştı. Ama artık Khepera, dünyayı kendisine tapacak yaratıklarla doldurmaya karar verdi. Önce altı tanrı daha yarattı, her birinin kendine has görevleri vardı ve sonraki günlerde insanlıktan hak ettikleri saygıyı göreceklerdi. Ardından gözyaşlarından erkeği ve kadını yarattı, onları dünyaya koydu. İnsanlar yaşamdan zevk alabilsinler diye ağaçları, bitkileri, çimenleri ve büyüyen her tür yeşilliği yarattı. Sonrasında sürüngenlere, kuşlara ve tüm hayvanlara can verdi. İnsanların ihtiyaçlarını bu şekilde karşılayan Yaratıcı, dinlenmeye çekildi. İşte her şey böyle başladı.
4. BÖLÜM
Ölümden Sonraki Yaşam
I- Mısırlıların Cenneti
Nil Vadisi’nin ilk sakinlerine göre dünya, bizim bildiğimize kıyasla çok daha farklıydı: Kuzeyde çok büyük yüksekliklere ulaşan yüce dağlarla çevrili, uzun ve dar bir vadiden oluşuyordu.
Dünyanın üzerinde gökkubbe bulunuyordu, bazıları bunu bir yüz olarak görüyordu. Güneş ve Ay bu yüzün gözleriydi, uzun dalgalı saçlarıysa kubbeyi destekleyen sütunları oluşturuyordu. Buna karşın birçok insan da gökyüzünün demirden bir kubbe olduğunu düşünüyordu; bu “semavi metal” kuzeyde, güneyde, batıda ve doğuda etraflarını çevreleyen dağların yüksek zirveleriyle havada tutuluyordu. Dağların yamaçlarının üzerindeki geniş tabakalarda göksel Nil akıyor, doğuyla batıyı engin bir yarı çember şeklinde bağlıyordu. Bu akıntıda Güneş Tanrısı Ra’nın Milyonlarca Yıllık