Ancak bu olumsuzluklara rağmen Neolitik Dönem’in ilk evresi -yaklaşık MÖ 8000-4000 arası- barış dolu ve huzurlu bir dönem olarak tarihe geçti.
Bazı yazar ve bilim insanları avcı-toplayıcılıktan tarıma (ya da daha kesin konuşmak gerekirse bahçe tarımına) geçişi, insan türünün toplumsal sorunlarının da başlangıcı olarak görüyor. Örneğin Jared Diamond tarımı “insanoğlunun en büyük hatası”86 olarak nitelendiriyor. Tarihçi W. Newcomb ise “savaş, tarım devriminin en önemli sonuçlarından bir tanesidir”87 diyor. Bazı açılardan, bu görüşe katılmamak mümkün değil. Örneğin insanlar artık yerleşik düzene geçtiği için servet biriktirebiliyordu diyebiliriz. Bu da refah seviyesi ve toplumsal mevkide farklılıklara yol açtı. Aynı zamanda yerleşik düzen “iş bölümü”nün de ortaya çıkmasına sebep oldu. Kimileri tarlaları ekerken kimileri ürünleri depolamak ve dağıtmakla ilgileniyor, kimileri ise ev ve diğer binaları inşa ediyordu. Benzer bir şekilde yerleşik düzen, insanları sınırlar konusunda da daha hassas yaptı ve -servet birikimini de gözönünde bulunduracak olursak- bu durum savaşların ortaya çıkmasına neden oldu. Son olarak, “tarım devrimi”ne neden olan nüfus artışının da savaşla ilgisi olduğu söylenebilir. Çünkü artık kullanılabilecek kaynaklar kısıtlı olduğundan onlar için rekabet etmek ve savaşmak gerekiyordu.
Ancak arkeolojik kanıtlar bu görüşü desteklemiyor. Yaşam tarzları değişmiş olmasına rağmen bahçe tarımıyla ilgilenen ilk insanlar, avcı-toplayıcılarla aynı toplumsal özelliklere sahipti. Riane Eisler’in özetlediği gibi, “yaygın görüş ataerkilliğin, özel mülkiyetin ve köleliğin tarım devriminin yan etkileri olduğu yönünde… ancak kanıtlar tam aksini, cinsiyetler -ve hatta bütün insanlar- arasında eşitliğin Neolitik Dönem’de de hüküm sürdüğünü gösteriyor.”88
Aynen avcı-toplayıcılıkta olduğu gibi ilk dönem bahçe tarımında da şiddetin var olduğuna işaret eden tek bir kanıt mevcut değil. Mezarlarda silah yok, sanat eserlerinde savaş ya da silah imgeleri yok, köyler ve kasabalar ne korunaklı yerlere kurulmuş ne de savunma amaçlı surlarla çevrilmiş. Bazı köylerin etrafında siper ve çitlerin bulunduğu doğru, ancak bunların işgalcilere karşı etkili olacağını söylemek güç. Muhtemelen evcil hayvanların kaçmasını ve yabani hayvanların köye yaklaşmasını engellemek için yapılmışlardı.89
Lenski’nin günümüzde “bahçe tarımı” ile uğraşan topluluklarla ilgili verdiği istatistikler de yerleşik hayatın beraberinde her zaman savaş ve toplumsal eşitsizlik getirdiği görüşüyle çelişiyor. Yerleşik düzenle birlikte özel mülkiyet daha yaygın hale gelse ve bahçe tarımı ile ilgilenen toplulukların %17’si gibi küçük bir kısmı (muhtemelen iş bölümünün sonucu olarak) sınıflı toplumda yaşasa da Lenski bu durumun eşitsizlik yaratmadığını söylüyor. Günümüzdeki “bahçe tarımcıları” aynen avcı-toplayıcılarda olduğu gibi gömme alışkanlıkları söz konusu olduğunda farklılık göstermiyor. Aynı şekilde, güçlü liderleri de yok. Lenski’nin de dediği gibi, “Siyasi liderlerin gücü neredeyse bahçe tarımıyla ilgilenen toplumların hepsinde fazlasıyla kısıtlı… Günümüzde yaşayan bahçe tarımı toplumlarının çoğunda da toplumsal eşitsizlik çok sınırlı.”90 Benzer bir şekilde, Christopher Boehm de şunları söylüyor: “Tarıma dayalı fazla üretim yapıp yiyecek biriktiren ve dolayısıyla sürekli yerleşik düzende yaşayan gruplar, siyasi açıdan birbirine çok benziyor… Bu kabileler güçlü bir liderden yoksunlar; yetişkin erkekler birbirlerine baskı uygulamıyor, aksine fikir birliğine vararak toplu karar alıyorlar ve eşitlikçi bir düşünsel yapıya sahipler.”91
Ayrıca toplumsal sorunların yerleşik hayatın bir sonucu olduğu fikri, bu sorunlardan mustarip ilk insanların -yani yaklaşık MÖ 4000’den itibaren Ortadoğu ve Orta Asya’dan çıkan Hint-Avrupalılar ve Samilerin- çiftçi değil göçebe olduğu gerçeğiyle de çelişiyor. Son olarak, günümüzde hâlâ göçebe ama aynı zamanda savaşçı ve ataerkil olan Suudi Arabistan’ın Bedevileri gibi halkları da hatırlamakta fayda var.
Toplumsal eşitsizlik ve savaş tarımın bir sonucu olarak ortaya çıkmadıysa, o halde medeniyetin -yani şehirde yaşamanın- yan etkisi olmalı. Bu da oldukça yaygın bir diğer iddia olan “her şeyin sorumlusu tarım” kuramına paralellik taşıyor. Eşitsizlik, işbölümü ve farklı refah ve toplumsal mevki düzeylerinin ortaya çıkmasına sebep olan üretim fazlasından doğdu. Savaşlara ise güçlenen ve merkezileşen -bu sayede büyük insan gruplarını denetim altında tutan ve organize edebilen- şehir hükümetleri sebep oldu.
Ancak bu fikri de kolayca çürütmek mümkün çünkü bahçe tarımının ilk evresinde özellikle Ortadoğu ve Orta Avrupa’da pek çok kasaba ortaya çıktı. Ancak bu gelişme beraberinde savaşları ve eşitsizliği getirmedi. Bunun en iyi örneklerinden bir tanesi, 1952’de arkeolog James Mellaart tarafından kazı yapılan Türkiye’nin güneyindeki Çatalhöyük yerleşim merkezi. Çatalhöyük’te 7000 insanın yaşamış olduğu tahmin ediliyor. En hareketli olduğu dönem MÖ 7000-5500 arası dönemdi. Çatalhöyük, bu 1500 yıl boyunca hiç savaş yaşamadı. Hatta insanlar arasında şiddet olgusunun var olduğuna dair hiçbir iz bulunamadı.92 Çatalhöyük’te pek çok farklı etnik kökenden insan yaşıyordu. Buna rağmen insanlar arasında birlikte yaşamak ve çalışmaktan kaynaklanan en ufak bir sorun doğmadı. Zanaatkârlar arasında uzmanlaşma söz konusu olsa da -çömlekçiler ve alet edevatçılar gibi- evlerin ve mezarların benzerliği eşitsizliğin ya hiç olmadığını ya da çok az olduğunu gösteriyor. Şehirde cinsiyetler arasında da eşitlik vardı: Dini işlerden kadınlar sorumlu iken, erkeklerin bu alandaki rolü çok kısıtlıydı. Ayrıca Marija Gimbutas gibi arkeologlar tarafından tanrıçaları betimlediği öne sürülen pek çok kadın imgesi bulundu. Kadınların yüksek mevkiye sahip olduğunun bir diğer göstergesi ise yataklarının erkeklerinkine kıyasla daha büyük olmasıydı. Ayrıca yatakları evin içinde hep aynı konumdaydı: evin doğu yakasında. Erkeklerin yataklarının ise sabit bir konumu yoktu.93
Bazı Neolitik kültürler o kadar gelişmiş ki arkeologlar “medeniyetin” MÖ 3. binyılda Mısır ve Sümer’de başladığını iddia eden klasik görüşün artık gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyor. Örneğin Marija Gimbutas bu dönemde Avrupa’nın güneydoğusunda “Eski Avrupa” adını verdiği bir medeniyetin geliştiğini gösterdi.94 Bu medeniyet batıda İtalya’dan doğuda Romanya’ya, güneyde Yunanistan’dan kuzeyde Polonya’ya kadar uzanıyor ve Yugoslavya, Bulgaristan ve Macaristan’ı içine alıyordu. Bu bölgede, nüfusu birkaç bine ulaşan şehirler mevcuttu. Bölge halkı mühendislik, zanaat ve sanatta oldukça yetenekliydi. Bazı tapınakları birkaç katlıydı. Beş odalı evlerinde mobilya bulunuyordu. Dünyanın ilk lağım sistemini ve yollarını inşa etmişlerdi. Sepetçilik ve çömlekçilik gibi zanaatlarla, heykelcilik ve resim gibi sanatlarla ilgileniyorlardı. Seramikte, dokumacılıkta, madencilikte uzmanlaşanlar vardı. Yüzlerce kilometre ötesi ile ticaret yaparak deniz kabuğu, mermer ve tuz alıp satıyorlardı. Genelde dini amaçlarla kullanılan basit bir yazı stili bile geliştirmişlerdi.
Eski Avrupalılar hakkında keşfedilen en çarpıcı unsur ise teknolojik başarıları değil, sahip oldukları insani değerlerdi. Torunlarının en önemli özelliklerinden biri olan savaş ve çarpışma arzusu onlarda kesinlikle yoktu. Riane Eisler’in