Aynı ölçüde etkileyici olan bir diğer husus da yerleşik düzene ve büyük şehirlere rağmen Eski Avrupa toplumunun farklı toplumsal mevki ve refah seviyesine sahip insanlardan oluşmaması. Örneğin Eisler’in de belirttiği gibi Girit’te “servet oldukça eşit bir şekilde dağıtılıyordu.” Dolayısıyla hiç fakirlik yoktu ve köylüler bile yüksek bir yaşam kalitesine sahipti.98 Mezarların büyüklüğü ya da içlerine konulan eşyalarda da farklılık gözlemlenmiyor. Ayrıca Eski Avrupa toplumları muhtemelen güçlü liderler tarafından da yönetilmiyordu. Çünkü içinde pahalı eşyalar bulunan aşırı derecede büyük mezarlara sahip değillerdi. Zaten sanat eserlerinde de hiç lider figürü yoktu. Aslına bakarsanız Eski Avrupa’nın olağan gömme pratiği müşterekti. MÖ 6. binyılda Orta ve Batı Avrupa’da ölüler geçici mezarlara konuluyor ve kış başlayınca çıkartılarak toplu bir köy mezarına yeniden gömülüyordu.99
Eski Avrupa’da ataerkilliğin olmaması ise belki de en ilginç nokta. Bazı gözlemciler onların (ve Çatalhöyük’ün) kültürünün anaerkil olduğunu iddia ediyor. Ancak daha doğru olan, tıpkı avcı-toplayıcılarda olduğu gibi anaerkil ya da ataerkil kavramlarının onlara hiçbir anlam ifade etmemesi. Çünkü hiçbir cinsiyet birbirini bastırmaya çalışmıyordu. Aksine her ikisi arasında mutlak eşitlik vardı. Eski Avrupa toplumları genellikle anasoylu ve anayerseldi (yani mülkler ailenin anne tarafından nesilden nesile aktarılıyor ve evlendikten sonra erkek içgüveysi olup karısının ailesinin yanında yaşamaya başlıyordu). Ayrıca sanat eserlerinde kadınlar sıklıkla din bilgini ya da benzer yüksek bir toplumsal mevkiye sahip olarak resmediliyordu. Kadın ve erkeklerin mezarları arasında da hiç fark yoktu. Örneğin Belgrad yakınlarındaki Vinca’da 53 kişinin gömülü olduğu bir mezarlık bulundu. Gimbutas’a göre, “kadın ve erkek mezarlarında donanım zenginliği açısından hiç fark yok… Kadınların toplumsal rolü hususunda Vinca kesinlikle ataerkil olmayan ve eşitlikçi bir toplumdu.”100 Çatalhöyük sakinleri gibi, Eski Avrupalılar da kadına büyük saygı gösteriyordu. Kazılarda, kelimenin tam anlamıyla onbinlerce kadın heykeli bulundu. Çoğu memeleri ve kalçaları büyük, çıplak, hamile kadınlardı.
Bu tür kültürler kesinlikle sadece Avrupa ile sınırlı değildi. İnsanların avcı-toplayıcılıktan bahçe tarımına geçiş yaptığı her yerde aynı barışçı ve ahenkli koşullar hüküm sürmeye devam etti. Birçok kadın heykelciği ve kadın imgesi Ortadoğu’da olduğu gibi İngiltere ve Çin’de de bulundu. Bahçe tarımı, Kuzey Afrika’ya MÖ 6. binyılda yayıldı. Tarihçi ve coğrafyacı James DeMeo’nun da dediği gibi, toplumlar orada da “yardımsever, üretken ve barışseverdi; toplumsal tabakalaşmaya ya da tek adam hâkimiyetine yer yoktu.”101 Diğer yerlerde olduğu gibi burada da arkeolojik kazılarda silah bulunmadığı gibi, sanat eserlerinde de herhangi bir savaş temsiline rastlanmadı. Tam aksine müzik, dans ve kadın figürleri sergileniyordu. Arkeolog B. Davidson’ın da dediği gibi, kadınlar “şık ve özenle resmedilmişti; bu durum gördükleri saygıyı simgeliyor.”102
Benzer kültürler, Çin ve Japonya gibi çok uzak yerlerde de keşfedildi. Çin efsanelerine göre, Shen-nung halkına toprağı nasıl ekeceğini öğrettikten (yani bahçe tarımına geçtikten) sonra bile “insanlar huzurluydular. Babalarından çok anneleriyle ilgileniyorlardı. Birbirlerine zarar vermek akıllarından geçmiyordu.”103 Efsanelerde anneye yapılan bu gönderme kadınların toplumda yüksek mevki sahibi olduğunu gösteriyor. Bu tespit, arkeolojik kanıtlarla da uyumlu. DeMeo’nun da dediği gibi,
Arkeolojik bulgular, ilk Çinliler arasında militarizmin ya da toplumsal tabakalaşmanın var olmadığını gösteriyor. Kast sisteminin eksikliği, efsanelerde yüksek mevkideki kadınlardan bahsedilmesi ve kürtaj yapılmasına izin veren yazılı reçeteler Neolitik Çin’de kadınların önemli toplumsal rollere sahip olduğuna dikkat çekiyor.104
Çin’de sürekli savaşların ve toplumsal baskının ortaya çıkmasından önce hüküm süren bir Altın Çağ’dan bahseden pek çok efsane var. Arkeolojik bulgular, bunların sadece mit olmadığını gösteriyor. Çin’deki ilk köy yerleşimlerinde evler birbirleriyle hemen hemen aynı büyüklükteydi. Ayrıca tıpkı Eski Avrupa’da olduğu gibi bu bölgedeki köylerin etrafında da savunma amaçlı yapılmış duvarlar yoktu. Bölgede yaşayan insanlar silah da kullanmıyordu.105 Kadınlar klanların başıydı ve çocuklar annelerinin soyadını alıyordu. Brian Griffith’in de dediği gibi, “Antik Çin’de soyadı anlamına gelen xing sözcüğü, “kadın” ve “taşımak” kelimelerinin birleşimiydi; bu durum, insanların anasoylu klanlarda yaşadığını gösteriyor.”106
Benzer bir şekilde, Neolitik dönemde Japonya’da yaşayan Jomonlar da pirinç eken bahçe tarımcılarıydılar. 1992’de Japon arkeologlar bugünkü Aomori şehrine yakın büyük bir Jomon kasabası keşfettiler. Kasaba, MÖ 5000-3500 yılları arasında varlığını sürdürmüştü. Bini aşkın binadan oluşuyordu. Elimizde zanaatkârların uzmanlaştığına, kasaba sakinlerinin ticaret yaptığına, madencilikle uğraştığına ve başka becerilere sahip olduğuna dair pek çok kanıt mevcut. Fakat yine, savaşın yol açtığı hasardan, koruyucu surlardan, silahlardan ya da toplumsal eşitsizlikten eser yok.107 Aslında bu tespit, sadece bu kasaba için değil tüm Jomon kültürü için geçerli. Profesör Yasuda Yoshinori şunları söylüyor:
Jomon toplumu daha sonraki medeniyetlerin unuttuğu harika bir ilkeye sahipti: doğaya saygı ve onunla bir arada var olma, doğanın döngüsü içinde yaşayış ve toplumsal eşitliği koruma…108
Avcı-toplayıcılar gibi bahçe tarımcılarının da -yerleşik düzene ve işbölümüne rağmen- maddiyatçılık, toplumsal mevki ya da iktidar sahibi olmak konusunda takıntılı olmaması, telafi etmek zorunda kalmadıkları bir mutsuzluktan mustarip olmadıklarını gösteriyor. Diğer bir deyişle, “psikolojik uyumsuzluk” onlara şimdi bize olduğu kadar zarar vermiyordu. Örneğin kendilerinden sonra gelen İbrani, Hıristiyan ve Müslüman kültürlerin vazgeçilmez özellikleri olan günah, baskı ve ıstırap dolu ortamdan çok farklı bir atmosferde yaşıyorlardı. Aksine, psikolojik sorunlardan uzaklığın ifadesi olan bir huzur ve neşe ortamı ile hayatın kutsallığına ve dünyanın güzelliğine duyulan inanç içerisinde