Ancak tarihte belirli bir noktadan sonra büyük bir dönüşüm yaşanmışa benziyor. Böylece insan beyninde adeta içi psikolojik kurtlarla dolu devasa bir kutu açılıvermiş oldu.
Eğer dünya dışı arkadaşlarımız daha yakından baksalardı, insanın ruhsal dünyasıyla ilgili yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu gösteren pek çok kanıtı da görebilirlerdi. Örneğin içimizde hiç kaybolmayan sürekli bir huzursuzluk var. Bu hal bizim bir şeyler yapmamızı inanılmaz derecede zorlaştırıyor ya da sürekli dikkatimizi bir şeyler üzerinde toplamak zorunda kalıyoruz. Yaklaşık 350 yıl önce, Fransız filozof ve matematikçi Pascal şöyle söylemişti: “İnsanın mutsuz olmasının tek nedeni, odasında sessizce ve huzur içinde oturmayı bilmemesi.”31 Elbette ki bu durum, bizim için artık o kadar da büyük bir sorun değil. Ne de olsa dikkatimizi verebileceğimiz televizyonumuz, bilgisayarımız ya da radyomuz var.
Dün neler yaptığınızı bir düşünün. Muhtemelen uyanık olduğunuz zamanın çoğunu kendiniz dışındaki varlıklara odaklanarak geçirdiniz. Belki de kahvaltı ederken gazete okudunuz, arabada işe giderken radyoda haberleri dinlediniz. Sonraki sekiz ya da dokuz saat boyunca işinizi yaptınız ve ara sıra iş arkadaşlarınızla sohbet ettiniz. Muhtemelen eve dönerken yine arabada radyo dinlediniz ya da otobüste gazete okudunuz ve akşamı televizyon izleyerek, kitap okuyarak, arkadaşlarınızla konuşarak ya da spor yaparak geçirdiniz. Sadece birkaç dakika boyunca algınız dışsal uyarıcılar tarafından bu şekilde meşgul edilmedi ve dikkatinizi kendinize verdiniz -treni beklediğiniz on dakika boyunca, suyun kaynamasını beklerken, tuvalette ya da uykuya dalmadan önce yatakta geçirdiğiniz günün son beş-on dakikasında.
Dünya dışı varlıklar, tamamen hareketsiz ve kendimizle baş başa kalmamak için ne kadar büyük bir çaba sarf ettiğimizi görselerdi çok şaşırırlardı. Her gün halıları süpüren, bibloların tozunu alan, camları silen ev kadınları ya da aslında yıllar önce emekli olabilecek birikime sahip olmalarına rağmen haftada hâlâ altmış saat çalışan zengin iş adamları onları hayrete düşürürdü. Ama herhalde en ilginç bulacakları şey televizyon izleme alışkanlığımız olurdu. Bize neden televizyon izlediğimiz sorulduğunda vereceğimiz yanıtlar az çok belli: rahatlamak, eğlenmek, dünyada olup bitenlerden haberdar olmak için. Televizyonun bir nebzeye kadar bu işlevleri yerine getirdiği gerçek. Ancak televizyon izlemek için bu kadar zaman harcamamızın asıl nedeni, dikkatimizi kendimiz dışında toplayabileceğimiz bu kadar işlevsel bir başka araç ya da gereci bugüne kadar kimsenin icat edememiş olması.
Bu şekilde yaşamak artık bizim için o kadar olağan ki tarafsız bir gözlemci için ne kadar saçma gözükeceği aklımızın ucundan bile geçmiyor. İnsanlar neden sürekli bir şeyler yapmak zorundalar ve neden sadece var olamıyorlar? Neden haftada ortalama 25 saatlerini bir odanın içinde, hareket eden bir takım imgeler gösteren bir kutuya bakarak geçiriyorlar? Ve neden geri kalan vakitlerinde sürekli meşgul olmak için ellerinden geleni yapıyorlar?
Sanki kendimizden korkuyoruz ve ruhsal dünyamızla yüzleşmek istemiyoruz. Bu korku elbette yersiz değil. Hayatta öyle anlar var ki gerçekten de kendimiz dışında bir şeyler düşünmek çok zorlaşıyor ve bu canımızı yakıyor. İşsizlik, bu yüzden insanların umutsuzluğa kapılıp depresyona girmesine neden oluyor. Psikolojik çalışmalar işsiz insanların daha çok depresyona girdiğini, daha çok intihar ettiğini, alkolik ya da bağımlı olduğunu, hastalandığını ve öldüğünü ortaya koydu.32 Emekliler de benzer sorunlarla karşı karşıyalar. Yapılan araştırmalar emekli olduktan sonra insanların ilk önce kendilerini özgür hissettiğini gösteriyor. Ancak kısa süren bu “balayı” devresinin ardından hayal kırıklığı geliyor. İnsan kendisini boşta hissediyor, kendisine olan saygısını yitiriyor ve depresyona giriyor.33
Elbette bütün bu sorunların birçok nedeni olabilir. Sosyal temas ve onaydan yoksun kalmak veya maddi güçlüğe girmek gibi. Ancak asıl neden basitçe şöyle görünüyor: insanın boşta kalması. Yani işsiz ya da emekli olduğumuzda, çalışırken her gün bizi bir şekilde meşgul eden o sekiz ya da dokuz saatten yoksun kalmamız. Dikkatimizi cezbeden dışsal etkenler olmayınca odağımız kendimize dönüyor ve içimizde müthiş bir uyumsuzluk ve tatminsizlikle yüzleşiyoruz. Pop müzik ya da film yıldızları, genelde her günü belirlenmiş bir yaşam sürmedikleri ve bir anda servet sahibi olunca sonrasında artık düzenli çalışmaya ihtiyaç duymadıkları için uyuşturucu bağımlılığı ya da diğer psikolojik sorunlara muhtemelen daha yatkın oluyorlar. Tüm servet ve şöhretlerine rağmen, en az diğer insanlar kadar onlar da eylemsizlikten olumsuz etkileniyorlar.
Benzer şekilde, Amerikalı psikolog Mihayl Csikszentmihayli’nin çalışmaları da yalnız yaşayan insanlar için haftanın en mutsuz ânının pazar sabahı olduğunu gösteriyor.34 Bu, Freud’dan beri birçok psikoloğun, sinir krizlerinin genelde Pazar sabahı geçirildiğini gösteren ilginç gözlemleriyle de uyuşuyor. Bunun nedeni pazar sabahlarının haftanın rutini içerisinde en hareketsiz geçen zaman dilimi olması. Dolayısıyla dikkatimizi kendimiz dışında bir yerde toplamamız güçleşiyor. Csikszentmihayli’nin de yazdığı gibi, “kendinden başka dikkatini çeken bir şey olmayınca [insanlar] kararsız kalıyor. Haftanın geri kalanı bir rutinle geçiyor… Ama pazar sabahı, kahvaltı edip gazete okumaktan başka insan ne yapabilir ki?”35
Dünya dışı varlıkların kafası muhtemelen Walt Whitman’ın deyişiyle “sahip olma çılgınlığına” kapılmış halimizi -yani çoğumuzun ihtiyaç bile duymadığı ve bize hiçbir faydası dokunmayacak eşyaları elde etmek için yaşamımızın en büyük zamanını ayırdığımızı- görünce de epey karışırdı. İnsanlar neden yeni giysiler, mücevherler, arabalar, antika eşyalar, süs eşyaları, mobilyalar satın almak konusunda bu kadar takıntılılar? Üstelik bunlardan ellerinde zaten yeterince varken ve hatta çoğunu aslında hemen hemen hiç kullanmıyorken. Neden büyük ve lüks evlerde yaşamak, en son model arabaları kullanmak, en pahalı mobilyalarda oturmak istiyoruz? Neden daha küçük ev ve arabalar ya da daha sade mobilyalar aslında daha kullanışlıyken bunlarla yetinemiyoruz? İleriki sayfalarda da göreceğimiz gibi, Amerikan Yerlileri de Avrupalıların ruhsal dünyasının bu özelliği karşısında hayrete düşmüştü. Oturan Boğa’nın dediği gibi:
Beyaz Adam