Bir şeylerin yolunda olmadığı duygusu yine kendisini huzursuz etmeye başlamıştı. Sanki üstüne bir gölge gibi gelip çöreklenmişti. Uyandığı zaman tabancasının yanında olmadığını nasıl olur da fark etmezdi? Sanki bir başkası kendi yerine eylemler gerçekleştirmiş, sonra da neler olduğunu hatırlamaması için zihninin şalterini kapatmıştı.
Kalkıp giyindi; midesi hâlâ bulanıyordu ama yine de bir şeyler yemeğe çalıştı. Bir kadeh şarap koymak geçti içinden ama tuttu kendini. Linda aradığında bulaşıkları yıkıyordu.
“Yoldayım,” dedi kızı. “Sadece evde misin diye kontrol ediyordum.”
Linda onun bir şey demesine fırsat bırakmadan telefonu kapatmıştı. Yirmi dakika sonra uyuyan bebeği de yanında çıkageldi. Babasının Ystad’a taşındığı yıl aldığı kahverengi deri kanepeye geçip onun karşısına oturdu. Bebek kendi yanındaki sandalyenin üstünde, portbebenin içinde uyuyordu. Kurt, bebeği sormak istiyordu ama Linda başını iki yana salladı. Sonra konuşurlardı, şimdi değil; her şey sırasıyla yapılmalıydı.
“Neler olduğunu duydum,” dedi. “Ama nedense hiçbir şey bilmiyormuş gibi hissediyorum.”
“Martinson mu aradı?”
“Evet, seninle görüştükten sonra beni aramış. Bütün bunlar onu çok üzmüş.”
“Benim kadar üzülmüş olamaz,” dedi Wallander.
“Bana bilmediklerimi anlat.”
“Buraya beni sorguya çekmek için geldiysen gidebilirsin.”
“Ben sadece bilmek istiyorum. Böyle bir şey yapacağını düşündüğüm en son kişisin.”
“Kimse ölmedi,” dedi Wallander. “Yaralanan bile olmadı. Ayrıca herkes her şeyi yapabilir. Bunu bilecek kadar uzun yaşadım ben.”
Sonra da kızına bütün hikâyeyi anlattı, kendisini ta başta evden çıkmaya zorlayan huzursuzluğundan, silahı yanına neden aldığını bilmeyişine kadar hepsini. Sözünü bitirince kızı uzunca bir süre bir şey söylemedi.
Sonunda, “Sana inanıyorum,” dedi. “Bana anlattığın her şey sonunda gelip hep aynı gerçeğe dayanıyor, hayatının o tek detayına: çok fazla yalnız olduğun. Birden kontrolünü yitirebiliyorsun ve çevrende seni sakinleştirebilecek, böyle alelacele çıkmana engel olabilecek kimse yok. Fakat hâlâ merak ettiğim bir şey var.”
“Nedir?”
“Bana her şeyi anlattın mı? Yoksa söylemediğin bir şeyler var mı?”
Wallander bir an, üstüne çöktüğünü hissettiği garip karamsarlık hissinden ona bahsetse mi diye düşündü. Ama sonra başını iki yana salladı; kızına anlatabileceği başka bir şey yoktu.
“Neler olacak sence?” diye sordu Linda. “Talimatnamede ne diyor, hatırlamıyorum.”
“Bir iç soruşturma olacak. Ondan sonrasını ben de bilmiyorum.”
“Seni kovabilirler mi?”
“Beni kovmaları için çok yaşlı olduğumu düşünüyorum. Ayrıca suç o kadar da ciddi bir şey değil. Ama erken emekliliğe zorlayabilirler.”
“Bu hoşuna gitmez mi?”
Kızı bu soruyu yönelttiğinde Wallander bir elma dişlemekteydi. Ağzına gelen çekirdeği duvara püskürttü.
“Sorunumun yalnızlık olduğunu az önce sen kendin söyledin!” dedi kızgınlıkla. “Beni emekliliğe zorladıklarında ne olacak? O zaman elimde artık hiçbir şey kalmaz.”
Wallander’in bağırarak konuşması bebeği uyandırmıştı.
“Özür dilerim,” dedi.
“Korkuyorsun,” dedi Linda. “Bunu anlayabiliyorum. Ben de olsam korkardım. Sanırım korktuğu için kimse utanmak zorunda değildir.”
Linda orada akşama kadar kalmış, ona yemek yapmış ve olanlardan bir daha da bahsetmemişlerdi. Kurt, buz gibi esen soğuk havada kızını arabasına kadar geçirdi.
“Halledebilecek misin?” diye sordu Linda.
“Hep bir yolunu bulurum. Ama yine de sorduğun için teşekkürler.”
Wallander ertesi gün Lennart Mattson’dan bir telefon almıştı; patronu derhâl kendisini görmek istiyordu. Buluştuklarında, kendisini sorgulamak için Malmö’den gelen iç işleri memuruyla tanıştırıldı.
“Size ne zaman uyarsa,” dedi Holmgren adındaki aşağı yukarı Wallander ile aynı yaştaki müfettiş.
“Şimdi, o hâlde,” dedi Wallander. “Neden erteleyeceğiz ki?”
Emniyetteki küçük toplantı odalarından birine çekildiler. Wallander tam ve doğru cevaplar vermeye çalıştı; bahaneler üretmekten kaçınıp olanları önemsizleştirmeye çalışmadı. Holmgren notlar aldı, arada bir Wallander’den bir adım geriye gidip cevabını tekrarlamasını istedi ve böyle devam ettiler. Roller tam tersine olmuş olsa, Wallander sorgulamanın yine tıpkı bu şekilde gideceğini düşünüyordu. Bir saatten biraz daha uzun sürmüştü. Holmgren kalemini bırakıp Wallander’e baktı ama bu, suçunu az önce itiraf etmiş bir suçluya bakan birinin bakışı değil, işleri eline yüzüne bulaştıran birine yöneltilen bir bakıştı. Wallander içine düştüğü sıkıntılı duruma üzülmüşe benziyordu.
“Ateş etmemişsiniz,” dedi Holmgren. “Bir restoranda çok fazla içince silahınızı orada unuttunuz. Bu ciddi bir şey, bundan kaçış yok ama aslında bir suç işlemiş değilsiniz. Kimseye saldırmadınız, rüşvet almadınız, kimseyi rahatsız etmediniz.”
“O zaman işten atılmıyorum, sizce de öyle değil mi?”
“Çok zor. Ama bu karar bana ait değil.”
“Ama size göre..?”
“Bir tahmin yapmayacağım. Bekleyip görmek durumundasınız.”
Holmgren kâğıtlarını toplayıp dikkatle evrak çantasına yerleştirmeye başladı. Birden durdu.
“Bu iş medyanın eline düşmezse çok daha iyi olur,” dedi. “Bu tip şeyleri emniyet içinde tutmaya özen göstermeyip seslendirirsek, işler her zaman daha çok sarpa sarar.”
“Sanırım bir şey çıkmaz,” dedi Wallander. “Şu ana dek bahsi geçmedi, dolayısıyla dışarıya bir şey sızmadığının işaretidir bu.”
Ama Wallander yanılıyordu. Aynı gün kapısı çalındı. Uzanmıştı; yine de açmak için kalktı çünkü komşulardan birinin geldiğini sanmıştı. Kapıyı açar açmaz Wallander’in yüzünde bir flaş patladı. Kameramanın yanındaki gazeteci kendini Lisa Halbing olarak tanıttı; yüzündeki tebessümün sahte olduğunu Wallander anında anlamıştı.
“Görüşebilir miyiz?” diye sordu kadın atılgan bir tavırla.
“Ne hakkında?” diye sordu Wallander, midesine çoktan kramplar girmeye başlamıştı.
“Ne düşünüyorsunuz?”
“Ben bir şey düşünmüyorum.”
Fotoğrafçı bir dizi fotoğrafını çekti. Wallander’in ilk tepkisi adama bir yumruk atmak olacaktı ama böyle bir şey yapmadı tabii. Onun yerine adamdan içeride fotoğraf çekmeyeceğine dair söz aldı; burası onun özel mülküydü. Hem fotoğrafçı hem de Lisa Halbing özeline