“Peki, hasar almış olamaz mıydı?”
“Bu işler o şekilde yürümez. Uluslararası kanunlara göre gönderilen ilk su altı bombası uyarı niteliğinde olmalıdır. Ancak bundan sonra denizaltını kimliğini açıklaması için su yüzüne çıkmaya mecbur edebilirsiniz.”
“Sonrasında ne oldu?”
“Bir şey olmadı. Soruşturma yapıldı; benim doğru hareket ettiğime karar verdiler. Bu olay belki de iki yıl sonra olacakların bir uvertürü niteliğindeydi, yani İsveç karasularında, özellikle de Stockholm çevresi adalar denizinde yabancı denizaltıların cirit atmaya başlamasını kastediyorum. Sanırım bundan çıkarılacak en önemli sonuç, Rusların bizim seyrüsefer deniz kanallarımıza ilgisinin son derece arttığı gerçeğini kesin olarak ortaya çıkarmış olmamızdı. Bütün bunlar hiç kimsenin aklına Berlin Duvarı’nın yıkılacağını veya Sovyetler Birliği’nin çökeceğini getirmediği bir dönemde oldu. İnsan bu ayrıntıyı kolaylıkla atlayabiliyor. Soğuk Savaş daha bitmemişti. Bu hadiseden sonra İsveç Deniz Kuvvetleri’ne ayrılan fonda büyük bir artış oldu. Ama hepsi bu kadardı.”
Von Enke kahvesinin geri kalanını içti. Ev sahibi yeniden konuşmaya başladığında Wallander ayağa kalkmak üzereydi.
“Daha bitmedi. İki yıl sonra yeniden yola çıktık. O sıralar ben İsveç Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanlığı’nın en üst kademesine atanmıştım. Üssümüz Berga’daydı ve yirmi dört saat boyunca göreve hazır bir muharebe grubu vardı. 1 Ekim günü akla hayale gelmeyecek türden bir alarm çağrısı aldık. Hårsfjärden Kanalı’nda, Muskö’deki üssümüze çok yakın noktada, bir veya daha fazla denizaltı gezindiğine dair bazı işaretler vardı. Dolayısıyla bu olay artık sadece İsveç karasularına izinsiz girme durumu değildi; yasak olan bölgede yabancı denizaltıları vardı. Kopan yaygarayı hatırlarsınız herhâlde?”
“Gazeteler bu haberle doluydu, gazeteciler de bu sebepten kaygan kayalıklara tırmanıyorlardı.”
“Bilmem ki insan bunu neyle kıyaslayabilir? Kraliyet sarayının bahçesine inen yabancı bir helikopter mesela. En gizli bildiğimiz askeri karargâhlarımıza yakın gezinen yabancı denizaltıların varlığı işte insana böyle hissettiriyordu.”
“Bu, benim Ystad’da göreve başlama haberini aldığım zamanlar.”
Birden kapı açıldı. Von Enke irkilmişti. Wallander onun, sağ eliyle ceketinin göğüs cebine davrandığını fark etti ama sonra elini yeniden dizine koydu. Kapı, banyoyu arayan yarı sarhoş bir kadın tarafından açılmıştı. Kadın gidince yine baş başa kaldılar.
Von Enke kapı kapanınca, “Ekim ayıydı,” diye kaldığı yerden devam etti. “Bazen sanki bütün İsveç sahilleri kimliği belirsiz yabancı denizaltıların işgali altındaymış gibi geliyordu insana. Berga civarında toplanan gazeteci kalabalığıyla konuşma işini ben yapmadığıma mutluydum. Koğuştan birkaç odayı bu iş için ayırmıştık. Ben çok yoğundum, o denizaltılardan birini bulabilmek için uğraşıyordum. Bir tanesini su yüzüne çıkarmayı başaramazsak bütün inanırlığımızı yitirecektik. Sonra nihayet, Hårsfjärden Kanalı’nda denizaltılardan birini kıstırdığımız o akşam geldi. Hiç şüphe yoktu; komutanlıktakiler bunun o olduğuna emindi. Ateş açma emrini verme yetkisi bendeydi. O zor saatler içinde genelkurmay başkanı ve yeni savunma bakanıyla birkaç kez görüştüm. Bakanın ismi eğer hatırlarsan Andersson’du, Borlänge’den biriydi.”
“‘Kızıl Börje’ diye anıldığı kalmış aklımda.”
“Doğru. Ama işinin ehli biriydi ve denizaltıların kesinlikle çok tehlikeli olduklarını düşünüyordu. Kendi memleketine, Dalarna’ya döndü ve yerine savunma bakanı olarak Anders Thurnborg geldi. Palme’nin göz bebeği olanlardan biri. Meslektaşlarımdan çoğu ona güvenmezdi ama benim onunla ilişkim iyiydi. Karışmazdı; soru sorardı, eğer yanıtını alırsa tatmin olurdu. Ama beni bir kere telefonla aradığında odada Palme de yanı başındaymış gibi bir izlenime kapılmıştım. Bunun doğru olup olmadığını bilmiyorum fakat ciddi biçimde hissetmiştim.”
“Her neyse, sonra ne oldu?”
Von Enke’nin yüzü seğirdi, sanki Wallander’in, sözlerini bu şekilde kesmesinden alınmış gibiydi. Konuşmaya devam ettiğinde ise alınganlığından eser kalmamıştı.
“Denizaltını iznimiz olmadan kıpırdayamayacak hâlde sıkıştırmıştık. Genelkurmay başkanıyla görüşüp, su altı bombası yollayıp denizaltını su yüzüne çıkmaya zorlamak üzere olduğumuzu söyledim. Operasyona hazırlanmak için bir saate ihtiyacımız vardı; sonra İsveç karasularını işgal eden bu denizaltının kimliğini dünyaya ilan edebilecektik. Yarım saat geçti. Zaman inanılmaz derecede yavaş ilerliyordu. Ben devamlı olarak helikopterlerle ve denizaltını çeviren gemilerle bağlantı hâlindeydim. Kırk beş dakika geçmişti. Sonra olanlar oldu.”
Von Enke birden durdu, ayağa kalktı ve odadan çıktı. Wallander adamın hastalandığını sanmıştı ama birkaç dakika sonra komutan geri döndü, elinde iki konyak kadehi vardı.
“Soğuk bir kış akşamı,” dedi. “Bizi ısıtacak bir şeyler gerek. Kimse yokluğumuzu fark etmiş gibi görünmüyor, dolayısıyla bu sığınakta sohbetimize devam edebiliriz.”
Wallander hikâyenin devamını bekledi. Denizaltılarla ilgili eski hikâyeleri dinlemek o kadar ilginç değildi belki ama von Enke’nin davetlilerinden tanımadığı insanlarla konuşmak zorunda olmaya tercih ederdi.
“İşte tam o sırada oldu,” diye tekrarladı von Enke. “Saldırıya geçmeye dört dakika kala telefon çaldı: İsveç Silahlı Kuvvetleri’nin özel hattıydı. Bildiğim kadarıyla dışarıdan dinlenme olasılığına karşı en güvenli hatlardan biriydi ve ayrıca bir de otomatik devreye giren ses bozucu sistemi vardı. Bin yıl düşünsem aklıma gelmeyecek bir emir aldım. Ne olduğunu tahmin edebiliyor musunuz?”
Wallander başını iki yana sallarken brendiyi ısıtmak için elleriyle kadehi tamamen kavradı.
“Su altı bombası göndermeme emri aldık! Tabii ben bu emirle afallamıştım, onlardan bir açıklama istedim ama açıklama gelmedi. En azından hemen gelmedi. Sadece hiçbir koşulda uyarı için su altı bombası göndermeme yolunda açık seçik bir emir. Uymaktan başka çarem yoktu elbette. Helikopterlere karar bildirildiğinde ateşlemeye sadece iki dakika kalmıştı. Bizler Berga’da neler olduğunu anlayamıyorduk. Tam on dakika sonra ikinci emir geldi. Bunun ilkinden daha inanılmaz olduğunu söylesem yanlış olmaz. Üstlerimiz akıllarını kaçırmış gibiydi: Bize geri çekilmemiz emredildi.”
Wallander giderek meraklanmaya başlamıştı.
“Yani sizden denizaltının gitmesine izin vermenizi mi istediler?”
“Kimse böyle bir şey söylemedi elbette. En azından bu kadar sözcük kullanılmadı. Bizden Hårsfjärden Kanalı’nın başka bir bölgesine bakmamızı istediler, en uç noktasına, Danzig Boğazı’nın güneyine. Helikopterlerden biri başka bir denizaltı tespit etmişti. Diğer denizaltı, etrafını çevirdiğimiz ve yüzeye çıkması için zorlamaya ramak kalan bu denizaltıdan neden daha önemliydi, ben ve ekipteki arkadaşlarım anlayamıyorduk. Genelkurmay başkanıyla birebir görüşme talep ettim ama meşguldü ve rahatsız edilemeyeceğini söylediler, ki bu çok garipti çünkü kısa bir süre önce bu operasyonun gerçekleştirilmesini emreden oydu. Savunma Bakanı veya sekreteri ile görüşmeye bile çalıştım ama herkes ortadan kaybolmuştu sanki, ya telefonlara çıkmıyorlardı ya da bir şey söylememe emri almışlardı. Genelkurmay Başkanı’nın veya Savunma Bakanı’nın bir şey söylememe emri alması ne