Onu arabasına kadar geçirdi.
“Mattson’dan haber aldın mı?” diye sordu Martinson dikkatle.
“Dört olasılık var,” diye karşılık verdi Wallander. “Örneğin, yapıcı bağlamda bir ikaz, ki bunu bana yapamazlar. Böyle bir şey bütün polis teşkilatını maskara eder. Altmış yaşında bir polis, emniyet müdürünün karşısına yaramaz bir okul çocuğu gibi oturtulmuş, kendisine davranışlarını düzeltmesi söyleniyor.”
“Herhâlde böyle bir şey yapmayı düşünmezler? Akıllarını kaçırmış olmalılar!”
“Bana resmî bir ihtar verebilirler,” diye devam etti Wallander. “Ya da para cezasına çarptırabilirler. Son bir yol da, kıçıma tekmeyi vurabilirler. Benim tahminim para cezası olacağı.”
Arabanın yanına gelince tokalaştılar. Martinson karlı manzara içinde gözden kayboldu. Wallander tekrar eve girdi; takvimini karıştırdı. Beylik silahını restoranda unuttuğu o talihsiz akşamın üstünden üç ay geçmişti.
Alçısı çıkarıldıktan sonra da hastalık izni kullanmaya devam etti. 10 Nisan’da Ystad Hastanesi’nden bir uzman, Wallander’in el kemiklerinden birinin gerektiği gibi iyileşmediğini tespit etmişti. Wallander bir an panikle, elini yeniden kıracaklarını sandı ama doktorlar kendisine uygulanan başka yolların da olduğunu söyleyip rahatlattılar ama elini kullanmaması gerekiyordu, o yüzden işe geri dönememişti.
Hastaneden ayrıldıktan sonra Wallander şehir merkezinde kaldı. Amerikan modern drama ustalarından birinin Ystad Tiyatrosu’nda oyunu vardı. Linda soğuk algınlığına yakalanıp kendisi gidemeyince biletini ona vermişti. Linda genç kızlığında bir ara tiyatrocu olmaya heveslenmiş ama bu hevesi çabuk geçmişti. Bugün, sahneye çıkmak için gereken yeteneğe sahip olmadığını yeterince erken fark ettiği için mutluydu.
Daha onuncu dakikada Wallander saatine bakmaya başlamıştı bile. Oyun sıkmıştı. Vasat kapasiteli oyuncular, bir mekânın içinde oradan oraya dolanıp duruyor, farklı farklı yerlerden (bir sandalyeden, masadan, pencere kenarından) repliklerini söylüyorlardı. Oyunun konusu, bir evde yaşanan baskılar, çözümlenmemiş zıtlaşmalar, yalanlar, engellenmiş hayaller nedeniyle yıkılmak üzere olan bir aileydi ve ilgisini hiç ama hiç çekmiyordu. İlk perde nihayet bitttiğinde Wallander ceketini alıp tiyatrodan ayrıldı. Bu oyunu seyretmeyi çok arzu ettiğinden hayal kırıklığına uğradığı için canı sıkılmıştı. Sorun kendisinde miydi, yoksa oyun gerçekten onun düşündüğü gibi sıkıcı mıydı?
Arabasını tren istasyonuna park etmişti. Rayların üstünden atlayıp sık kullanılan bir patikadan geçerek gar binasının arkasına dolandı ve aniden sırtının alt tarafında bir darbe hissederek yere düştü. On sekiz on dokuz yaşlarında iki genç tepesine dikilmişti. Birinin üstünde kapüşonlu bir süveter vardı, diğeri deri ceketliydi. Kapüşonlu, elinde bir bıçak tutuyordu. Wallander deri ceketlisi tarafından yüzüne indirilen yumruğu yemeden önce, diğerinin elindekinin mutfak bıçağı olduğunu fark etti. Üst dudağı yarılıp kanamaya başlamıştı. Bir yumruk daha; bu kez alnına isabet etmişti. Çocuk güçlüydü ve sert vuruyordu, sanki hınç dolu gibiydi. Ardından Wallander’in üstünü başını çekiştirmeye, tıslar gibi cüzdanını, telefonunu sormaya başladı. Wallander kendisini korumak için kolunu kaldırdı. Gözünü bıçaktan hiç ayırmıyordu. Çocukların kendisinden daha fazla korktuğunu, silahı tutan titreyen elden çekinmesine aslında gerek olmadığını sonradan fark etti. Wallander bütün cesaretini toplayıp bıçağı tutan çocuğa bir tekme savurdu. Iskalamıştı ama bu arada çocuğun kolunu yakalayıp kötü biçimde kıvırdı. Bıçak uzağa savruldu. Tam o sırada ensesine sert bir darbe aldı ve yine yere yuvarlandı. Bu kez aldığı darbe öyle güçlüydü ki düştüğü yerden kalkmayıp sadece dizlerinin üstünde doğrulmayı başarabildi. Islak zeminden yayılan soğukluğun pantolonundan geçtiğini hissediyordu. Bıçaklanması an meselesiydi. Ama bir şey olmadı. Başını kaldırıp baktığında çocukların gitmiş olduğunu gördü. Ensesini ovaladı, yapış yapıştı. Ağır ağır ayağa kalktı, bayılmak üzereydi, rayları çevreleyen parmaklıklara tutundu. Birkaç kez derin derin nefes aldı ve hızla arabasına yöneldi. Başının arkası kanıyordu ama yarasıyla eve dönünce ilgilenebilirdi. Bir beyin sarsıntısı geçirdiğini gösteren belirtiler yoktu.
Kontağı çalıştırmadan direksiyonun önünde bir müddet öyle oturdu. Biraz önce ne hâldeydim, şimdi ne hâle geldim, diye düşündü: Bir tiyatroda oturup oyun izliyorum, adapte olamadığımdan bırakıp çıkıyorum ve kendimi sık sık karşılaştığım bir durumun içinde buluyorum ama bu kez yere serilen, yaralı ve tehlike içinde olan benim.
Bıçak geliyor aklına. Bir zamanlar, işe ilk başladığı yıllarda Malmö’de genç bir polisken, Pildamm Parkı’nda cinnet geçiren zıvanadan çıkmış bir adam tarafından bıçaklanışını hatırlıyor. Eğer bıçak vücuduna iki santim daha yandan saplanmış olsa kalbine gelecekti ve böylece bunca yılını Ystad’da geçirmiş olmayacak, Linda’nın büyüdüğünü göremeyecek ve hayatı daha doğru dürüst başlamadan sona ermiş olacaktı.
O zamanlar şöyle düşündüğünü hatırlıyordu: Yaşamın da ölümün de zamanı var.
Arabanın içi soğuktu. Motoru çalıştırıp kaloriferi açtı. Başına gelenleri tekrar tekrar yaşıyordu. Hâlâ şoktaydı ve içinde öfkenin kabardığını hissediyordu.
Biri camına tıklatınca olduğu yerde sıçradı; saldırgan gencin geri döndüğünü sanmıştı. Oysa camdan içeri gözlerini diken, beyaz saçlı, bere takmış yaşlı bir kadındı. Kapısını azıcık açtı.
“Bunca zamandır motoru çalışır hâlde bırakmanın yasak olduğunu bilmiyor musunuz?” dedi kadın. “Köpeğimi gezdirmeye dışarı çıktım ama saati kontrol ediyorum ve sizin kaç dakikadır burada motor çalışır vaziyette oturduğunuzu biliyorum.”
Wallander karşılık vermedi; başını salladı, arabasını sürüp uzaklaştı. O gece yatakta uyuyamadan dönüp durdu. Saate en son baktığında sabahın beşiydi. Håkan von Enke’nin kayboluşunun ertesi günüydü. Wallander başına gelen saldırıyı ihbar etmedi. Hiç kimseye de bahsetmedi, hatta Linda’ya bile.
Håkan von Enke iki gün sonra hâlâ ortaya çıkmayınca Wallander’in müstakbel damadı telefon edip kendisinden Stockholm’e gelmesini rica etti. Wallander hâlâ hastalık iznindeydi, ricayı kabul etti. Bunu isteyenin aslında Louise olduğunu anlamıştı. Polisin işine karışmak istemediğini baştan açık açık belirtti, bu konuyla Stockholm’deki meslektaşları ilgileniyordu ve bir başka polis gücünün işine burnunu sokan polis memurları sevilmezlerdi.
Wallander Stockholm’e doğru yola çıkmadan önceki akşam Linda’ya uğradı; havaların hissedilir biçimde daha geç kararmaya başladığı ilkbaharın ilk günlerinde, o güzel akşamlardan biriydi. Her zamanki gibi Hans henüz eve gelmemişti, geç saatlere kadar çalışıyordu. Wallander ‘finansal spekülasyonlar’ diyerek takılmış, bu da gelecekteki damadı ile arasındaki ilk ve tek tartışmaya neden olmuştu. Hans iş arkadaşlarıyla uğraştıkları işin bu kadar basit bir şey olmadığını söyleyip karşı çıkmıştı. Wallander ona ne yaptıklarını sorduğu zaman, aldığı cevaptan edindiği izlenim, döviz ve hisse senetlerindeki spekülatif hareketler, depozit yardımcı mevduatlar ve yüksek riskli yatırım fonları gibi Wallander’in pek gizlemeye gerek duymadan anlamadığını itiraf ettiği konulardı. Linda araya girmiş, babasının bu işleri fazla bilmediğini ve bu yüzden de günümüzün ekonomik işleyişlerini korkutucu bulduğunu söylemişti. Eskiden olsa Wallander kızının bu açıklamasına bozulabilirdi