“Bir ele daha var mısın?”
“Hiç param kalmadı. Ama akşamları uğrayıp bavulları toplamana yardım etmeye çalışacağım. Evin parasını nasıl ödedin?”
“Çoktan hallettim.”
“Hepsini ödemiş olamazsın. O kadar paran var mıydı?”
“Yok. Ama para benim sorunum.” Wallander bundan daha net bir cevap alamayacağını anladı. Zaten saat on buçuktu. Eve gidip uyuması gerekiyordu. Aynı zamanda gitmekte de zorlanıyordu. Burası onun büyüdüğü yerdi. Doğduğunda Klagshamn’da yaşıyorlardı ama orayla ilgili hatırlayabildiği bir anısı yoktu.
“Artık burada kim yaşayacak?” diye sordu.
“Yıkılacağını duydum.”
“Pek umurundaymış gibi değil. Neyse, ne zamandır burada yaşıyorsun?”
“On dokuz yıldır. Yeterince fazla.”
“Hiç duygusal biri olmadın. Buranın benim çocukluk evim olduğunun farkında mısın?”
“Ev dediğin sadece evdir,” diye yanıtladı babası. “Artık şehirden bıktım. Kırsalda yaşamak istiyorum. Orada huzur içinde resimlerimi yapıp Mısır ve İtalya seyahatlerimi planlayacağım.”
Wallander, Rosengård’a kadar yürüdü. Hava bulutluydu. Babasının taşınacak olması ve çocukluk evinin yıkılacağı düşüncesiyle endişelendiğini fark etti.
Duygusalın tekiyim, diye düşündü. Belki de bu yüzden operayı seviyorum. Sorun şu ki duygusallığa eğiliminiz varsa iyi bir polis olabilir misiniz?
Ertesi gün Wallander, Mona’yla yapacakları tatil için tren seferleri hakkında bilgi almak için birkaç arama yaptı. Mona kulağa hoş gelen bir yerde, oda ve kahvaltı için yer ayırtmıştı. Wallander günün geri kalanını Malmö şehir merkezinde devriye gezerek geçirdi. Sürekli kafede kendisini suçlayan o kızı gördüğünü düşündü. Üniformasını çıkaracağı günün özlemini çekiyordu. Her yerde bakışlar üzerindeydi, özellikle kendi yaşıtlarının yüzündeki tiksinti veya küçümseme ifadesini görebiliyordu. Bütün zamanını bir yıl sonra emekli olacağını ve ailesinin Hudiksvall’ın dışındaki çiftliğine taşınacağını konuşarak geçiren, Svanlund adındaki kilolu ve hantal bir polisle devriye gezerek geçiriyordu. Wallander dalgın dalgın dinliyor, zaman zaman önemsiz bir şeyler mırıldanıyordu. Sarhoşları çocuk parkından uzaklaştırdı, ayakları ağrımaya başlamıştı, olan biten buydu sadece. Çalışma hayatı boyunca bu kadar sık devriye gezmiş olmasına rağmen ilk kez ayakları ağrıyordu. Acaba cinayet büroda polis olmayı bu kadar çok istediğinden mi böyle hissediyordu? Eve geldiğinde bir leğen çıkarıp ılık suyla doldurdu. Ayaklarını suya soktuğunda tüm vücuduna bir rahatlama hissi yayıldı.
Gözlerini kapayıp tatili düşünmeye başladı. Mona’yla, geleceklerini dikkatleri dağılmadan planlayabilecek zamanları olacaktı. Çok geçmeden de nihayet üniformadan kurtulup Hemberg’in olduğu birime geçmeyi umuyordu.
Koltukta uyuyakaldı. Pencere aralıktı. Birisi çöp yakıyor gibiydi. Hafif bir duman kokusu aldı. Belki de kuru dallardı yanan. Zayıf bir çatırtı sesi duyuldu.
Silkindi ve gözlerini açtı. Bahçelerinde gerçekten çöp yakan biri mi vardı? Mahallede bahçeli müstakil ev yoktu.
Sonra dumanı gördü.
Koridordan içeri süzülüyordu. Ön kapıya koşarken su leğenini devirdi. Merdiven boşluğu dumanla doluydu, ancak yangının kaynağını anlamakta güçlük çekmedi.
Hålén’in dairesini duman sarmıştı.
2
Daha sonra Wallander bir kez olsun kuralına göre hareket etmeyi gerçekten başardığını düşündü. Dairesine geri koşmuş, itfaiyeyi aramıştı. Sonra merdiven boşluğuna dönmüş, bir kat yukarı koşmuş ve Linnea Almquist’in kapısını çalıp sokağa çıkmasını sağlamıştı. İlk başta itiraz etmişti ama Wallander ısrar ederek kolundan tutup çıkarmıştı. Ön kapıdan çıktıklarında Wallander dizinde büyük bir kesik olduğunu fark etti. Daireye geri gittiğinde leğene takılıp dizini masanın köşesine çarpmıştı. Kanadığını ancak şimdi fark ediyordu.
Wallander dumanı fark edip itfaiyeyi zamanında aradığından alevler daha kendini göstermeden söndürmesi kolay olmuştu. Yangının nedenini tespit edip etmediklerini öğrenmek için itfaiye şefine yaklaştığında olumlu bir yardım alamamıştı. Öfkeyle dairesine gidip polis rozetini almıştı. İtfaiye şefinin adı Faråker’di, altmış yaşlarındaydı, kırmızı bir yüzü ve gür bir sesi vardı.
“Bana polis olduğunuzu söyleyebilirdiniz,” dedi.
“Bu binada yaşıyorum. İtfaiyeyi arayan bendim.”
Wallander ona Hålén’in başına gelenleri anlattı.
“Çok fazla insan ölüyor,” dedi Faråker kararlı bir şekilde. Wallander bu beklenmedik yorumu nasıl karşılayacağını bilemedi.
“Yani bu, dairenin boş olduğu anlamına geliyor,” dedi Wallander.
“Giriş holünden başlamış gibi görünüyor,” dedi Faråker. “Kundaklama olduğuna kalıbımı basarım.”
Wallander ona sorgular gibi baktı.
“Bunu daha şimdiden nasıl bilebilirsin?”
“Yıllar geçtikçe bir iki şey öğreniyorsun,” dedi Faråker bazı talimatlar verirken. “Bir gün bunu sen de yapacaksın,” diye devam etti ve eski bir pipoyu tütünle doldurmaya başladı.
“Eğer kundaklamaysa, olay yeri inceleme polisinin çağrılması gerekecek, değil mi?” dedi Wallander.
“Zaten yoldalar.”
Wallander bazı meslektaşlarına katılarak meraklı izleyicileri uzak tutmalarına yardım etti.
“Bugün ikincisi,” dedi adı Wennström olan polislerden biri. “Bu sabah Limhamn yakınlarında bir odun yığını alev almıştı.”
Wallander, bir an babasının taşındıktan sonra evi yakmaya karar verip vermediğini merak etti. Ancak bu düşünceden hemen vazgeçti.
Bir araba kaldırıma yanaştı. Wallander, gelenin Hemberg olduğunu görünce şaşırdı. Wallander’e el salladı.
“Haberi duydum,” dedi. “Lundin’in gelmesi gerekiyordu ama adresi bildiğim için ben geldim.”
“İtfaiye şefi bunun kundaklama olduğunu düşünüyor.”
Hemberg yüzünü ekşitti.
“İnsanlar pek çok şey düşünür,” dedi. “Faråker’i neredeyse on beş yıldır tanıyorum. Yananın bir baca veya araba motoru olması önemli değil. Onun için her şey şüpheli bir kundaklama vakası. Benimle gel, belki bir şeyler kaparsın.”
Wallander onu takip etti.
“Sence ne olmuştur burada?” diye sordu Hemberg.
“Kundaklama.”
Faråker son derece emin görünüyordu. Wallander, iki adam arasında köklü, karşılıklı bir gerilim olduğunu hissetti.
“Burada yaşayan adam öldü. Yangını kim çıkarmış olabilir?”
“Bunu bulmak senin işin. Sadece kundaklama olduğunu söylüyorum.”
“İçeri girebilir miyiz?”
Faråker, güvenlikten sorumlu itfaiyecilerden