Wallander’e oturmasını işaret etti.
“Yanılmışız,” dedi. “Düşünemediğimiz bir alternatif daha var. Sjunnesson hata yapmadı. Doğruyu söylüyordu: Hålén’in dairesinde hiçbir şey yoktu, haklıydı ama bir şey olmuştu.”
Wallander, Hemberg’in neden bahsettiğini bilmiyordu.
“Yanıldığımı da kabul ediyorum,” dedi Hemberg. “Ama Hålén apartmanda ne varsa yok etmişti.”
“Ama ölmüştü.”
Hemberg başını salladı.
“Adli tabip aradı,” dedi. “Otopsi tamamlanmış. Hålén’in midesinde çok ilginç bir şey bulmuş.”
Hemberg ayaklarını masadan sarkıttı. Sonra çekmecelerden birinden katlanmış küçük bir bez parçası çıkarıp Wallander’in önünde dikkatlice açtı.
İçinde taşlar varmış, değerli taşlar. Wallander ne türden taşlar olduğunu bilmiyordu.
“Sen gelmeden hemen önce burada bir kuyumcu vardı,” dedi Hemberg. “Ön inceleme yaptı. Bunlar elmas, muhtemelen Güney Afrika madenlerinden. Küçük bir servet değerinde olduklarını söyledi. Hålén elmasları yutmuş.”
“Bunları midesinde mi taşıyordu?”
Hemberg başını salladı.
“Ancak şimdi bulabilmemize şaşmamalı.”
“Ama neden yuttu ki? Ve bunu ne zaman yaptı?”
“Son soru belki de en önemli olanı. Doktor kendini vurmadan sadece birkaç saat önce yuttuğunu söyledi. Bağırsakları ve midesi hâlâ çalışıyorken. Neden yutmuş olabilir sence?”
“Korkmuştu.”
“Kesinlikle.”
Hemberg elmasları kenara itip ayaklarını tekrar masaya koydu. Wallander ayak kokusunu aldı.
“Bunu nasıl yorumlarsın?”
“Yapabilir miyim bilmiyorum.”
“Dene!”
“Hålén elmasları yuttu çünkü birinin onları çalacağından korkuyordu. Sonra kendini vurdu. O gece orada olan kişi elmasları arıyordu. Ama yangını açıklayamam.”
“Bunu farklı bir şekilde açıklayamaz mısın?” diye önerdi Hem-berg. “Hålén’in amacını biraz değiştirirsen, nasıl bir sonuç çıkar?”
Wallander birden Hemberg’in ne yapmak istediğini anladı.
“Belki de korkmuyordu,” dedi Wallander. “Elmaslarından asla ayrılmamaya karar vermişti belki.”
Hemberg başını salladı.
“Bir sonuca daha varabilirsin. Birisi Hålén’in elmasları olduğunu biliyordu.”
“Ve Hålén’in de bu kişinin bildiğinden haberi vardı.”
Hemberg memnun bir şekilde başını salladı.
“Gittikçe gelişiyorsun, her ne kadar çok yavaş gidiyor da olsa,” dedi.
“Ama bu, yangını açıklamıyor.”
“En önemli şeyin ne olduğunu kendine sormalısın,” dedi Hem-berg. “Sence işin can alıcı noktası ne? Yangın dikkat dağıtmak için olabilir. Ya da kızgın biri yapmış olabilir.”
“Kim?”
Hemberg omuz silkti.
“Bunu bulmamız zor olacak. Hålen öldü. Elmasları nasıl elde ettiğini bilmiyorum. Bununla savcıya gitsem yüzüme güler.”
“Elmaslara ne olacak?”
“Genel Miras Fonu’na gider. Tüm dosyayı kapatıp Hålén’in ölümüyle ilgili raporumuzu bodrumun olabildiğince derinlerine gönderilmek üzere yollayabiliriz.”
“Bu, yangının araştırılmayacağı anlamına mı geliyor?”
“Tam olarak değil, sanırım,” dedi Hemberg. “Bunun için bir sebep yok.”
Hemberg duvara dayalı bir dolaba doğru yürüdü. Cebinden bir anahtar çıkarıp kilidini açtı. Sonra Wallander’e kendisine katılması için başını salladı. Kenarlarında birer kurdele bulunan bazı klasörleri işaret etti.
“Bunlar benim değişmeyen yoldaşlarım,” dedi Hemberg. “Hâlâ ne çözülebilmiş ne de zaman aşımına uğrayacak kadar eskimiş üç cinayet vakası. Bunlardan sorumlu olan ben değilim. Bu vakaları yılda bir kez ya da yeni bilgi çıkınca gözden geçiriyoruz. Bunlar orijinal değil, kopyaları. Bazen onlara bakıyorum, bazen hayal ediyorum. Çoğu polis böyle değil. İşlerini yaparlar ve eve gittiklerinde ne üzerinde çalıştıklarını unuturlar. Ama benim gibi tipler de var. Çözülmemiş bir davayı asla bırakamaz. Bu dosyaları tatilde bile yanımda götürüyorum. Üç cinayet vakası var. 1963’te on dokuz yaşında bir kız, Ann-Louise Franzén, kuzeye, şehir dışına giden otoyolun yanındaki çalıların arkasında boğulmuş olarak bulundu. Leonard Johansson, o da 1963’te, sadece on yedi yaşında. Birisi kafasını taşla ezmişti. Onu şehrin güneyindeki sahilde bulduk.”
“Onu hatırlıyorum,” dedi Wallander. “İki kişiyi idare eden bir kız yüzünden çıkan kavgada öldüğünü düşünmüyor muydunuz?”
“Kız için kavga etmişlerdi,” dedi Hemberg. “Diğer çocuğu çok sorguladık ama tutuklayamadık. Suçlu olduğunu da sanmıyorum zaten.”
Hemberg alttaki dosyayı işaret etti.
“Bir kız daha, Lena Moscho 1959’da yirmi yaşındaymış. Buraya, Malmö’ye geldiğim yıl olmuştu. Elleri kesilmiş ve Svedala’ya giden bir yolun kenarına gömülmüştü. Bir köpek bulmuştu onu. Tecavüze uğramıştı. Jägersro’da ailesiyle birlikte yaşıyormuş. Doktor olmak için okuyan sıradan biriymiş. Nisan ayında gazete almak için çıkmış ama bir daha dönmemiş. Onu beş ayda anca bulduk.”
Hemberg başını salladı.
“Sen hangi tipsin, kendin göreceksin,” diyerek dolabı kapattı. “Unutanlardan mısın yoksa asla bırakamayanlardan mı?”
“Yeterince iyi olup olmadığımı bile bilmiyorum,” dedi Wallander.
“En azından isteklisin,” diye yanıtladı Hemberg. “Bu da iyi bir başlangıç sayılır.”
Hemberg montunu giymeye başladı. Wallander saatine bakıp yediye beş olduğunu gördü.
“Gitmeliyim,” dedi.
“Beklersen seni eve bırakabilirim,” dedi Hemberg.
“Biraz acelem var,” dedi Wallander.
Hemberg omuz silkti.
“Artık biliyorsun,” dedi. “Artık Hålén’in midesinde ne olduğunu biliyorsun.”
Wallander şanslıydı, hemen boş bir taksi buldu. Rosengård’a vardığında saat yediyi dokuz geçiyordu. Mona’nın geç kalmasını umuyordu. Ancak kapıya astığı notu okuyunca durumun öyle olmadığını anladı.
Bu şekilde nasıl devam edecek? diye yazmıştı.
Wallander notu çekince raptiye merdivene yuvarlandı. Almak için uğraşmadı. En iyi ihtimalle Linnea Almquist’in ayakkabısının altına batıp kalacaktı.
Bu şekilde nasıl devam edecek? Wallander, Mona’nın sabırsızlığını anlıyordu. Kariyeriyle ilgili beklentileri onunla aynı değildi. Kendi salonuyla ilgili hayalleri uzun süre gerçekleşmeyecekti.
Daireye girip kanepeye oturduğunda kendini suçlu hissetti. Mona’yla daha fazla