“Bitirdiğinizi sanıyordum,” dedi Wallander şaşırarak.
“Sjunnesson titiz çalışır,” diye yanıtladı teknisyen.
Konuşmanın devamı gelmedi. Wallander tekrar merdiven boşluğuna çıkıp kendi kapısının kilidini açtı. Aynı anda Linnea Almquist binaya girdi.
“Ne kadar korkunç,” dedi. “Zavallı yalnız adam.”
“Görünüşe göre bir kadın arkadaşı varmış,” dedi Wallander.
“Buna pek inanmıyorum,” dedi Linnea Almquist. “Olsaydı fark ederdim.”
“Eminim ederdin,” dedi Wallander. “Ama galiba burada buluşmuyorlarmış.”
“Ölüler hakkında kötü konuşulmaz,” deyip merdivenleri çıkmaya başladı.
Wallander bir kadın arkadaşı varmış demenin nesinin kötü olduğunu merak etti.
Wallander dairesine girince Mona’yla ilgili düşüncelerinden kaçamayacağına, onu araması gerektiğine karar verdi. Yoksa her akşam olduğu gibi kendi isteğiyle aramasını mı beklemeliydi? Wallander kaygılarından kurtulmak için topladığı eski gazeteleri atmaya başladı. Sonra da banyoya girişti. Beklediğinden çok daha eski, kökleşmiş kir olduğunu fark etti. Üç saatten fazla temizlik yaptıktan sonra sonuçtan memnun olmaya başladı. Saat beş olmuştu. Biraz patates kaynatıp soğan doğradı.
Telefon çaldı. Aklına hemen Mona geldi, kalbi daha hızlı atmaya başladı.
Ama başka bir kadının sesiydi. Adının Maria olduğunu söyledi, gazete bayisindeki kız olduğunu anlaması birkaç saniyesini aldı.
“Umarım rahatsız etmiyorumdur,” dedi. “Bana verdiğiniz kâğıdı kaybettim. Telefon rehberinde adınız yoktu. Rehber servisini arayabilirdim ama onun yerine polisi aradım.”
Wallander irkildi.
“Ne dediniz?”
“Kurt Wallander adında bir polisi aradığımı ve söyleyeceğim önemli şeyler olduğunu. İlk başta bana ev numaranı vermek istemediler ama pes etmedim.”
“Yani Komiser Yardımcısı Wallander’i mi istediniz?”
“Kurt Wallander’i istedim, ne önemi var?”
“Önemi yok,” dedi Wallander, rahatlamıştı. Dedikodu emniyette hızla yayılabilirdi, karmaşaya neden olabilir ve Wallander’in komiser yardımcısı olduğunu iddia ederek etrafta dolaştığı gibi gereksiz komik bir hikâye ortaya çıkabilirdi. Cinayet büro polisi olarak kariyerine böyle başlamayı hayal etmemişti.
“Sizi rahatsız edip etmediğimi sormuştum,” diye tekrarladı.
“Müsaitim.”
“Düşünüyordum,” dedi. “Hålén ve bahis kuponları hakkında, hiç kazanmadı bu arada.”
“Nereden biliyorsunuz?”
“Nasıl oynadığını kontrol ederek oyalanırdım. Sadece onunkileri değil. Ayrıca İngiliz futbolu söz konusu olduğunda çok bilgisizdi.”
Hemberg’in dediği gibi, diye düşündü Wallander. Bu konuda daha fazla kanıta gerek yok.
“Ama sonra telefon görüşmelerini düşündüm,” diye devam etti. “Sonra birkaç kez o kadından başka birini de aradığını hatırladım.”
Wallander dikkat kesildi.
“Kimi?”
“Taksi durağını aramıştı.”
“Bunu nasıl biliyorsunuz?”
“Bir araba istediğini duydum. Adresini dükkânın hemen yanındaki bina olarak vermişti.”
Wallander düşündü.
“Bunu kaç kez yaptı?”
“Üç veya dört kez, önce diğer numarayı aradıktan sonra.”
“Nereye gittiğini duymadınız mı?”
“Bundan bahsetmedi.”
“Hafızanız hiç fena değil,” dedi Wallander hayranlıkla. “Ama şu aramaları ne zaman yaptığını hatırlamıyor musunuz?”
“Çarşamba günü olmalı.”
“En son ne zaman aramıştı?”
Cevap hızlı ve kendinden emin bir şekilde geldi.
“Geçen hafta.”
“Bundan emin misiniz?”
“Elbette eminim. Geçen çarşamba, 28 Mayıs’ta.”
“İyi,” dedi Wallander. “Çok iyi.”
“Bunun bir faydası olur mu?”
“Olacağından eminim.”
“Hâlâ bana ne olduğunu söylemeyi düşünmüyorsunuz yani?”
“Yapamam,” dedi Wallander. “İstesem de söyleyemem.”
“Bana sonra anlatır mısınız?”
Wallander söz verdi. Sonra telefonu kapatıp kadının söylediklerini düşündü. Ne anlama geliyordu? Hålén’in bir yerlerde bir kadını vardı. Onu aradıktan sonra bir taksi çağırmıştı.
Wallander patatesleri kontrol etti, henüz pişmemişti. Sonra Malmö’de taksi şoförlüğü yapan iyi bir arkadaşı olduğunu hatırladı. Birinci sınıftan beri okul arkadaşıydılar ve yıllardır iletişim hâlindeydiler. Adı Lars Andersson’du, numarasını telefon rehberine yazdığını hatırladı.
Numarayı bulup aradı. Telefonu Andersson’un karısı Elin açtı. Wallander onunla birkaç kez karşılaşmıştı.
“Lars’ı arıyorum,” dedi.
“Dışarıda, takside,” dedi. “Ama gündüz vardiyasında, yaklaşık bir saate döner.”
Wallander kocasına aradığını söylemesini istedi.
“Çocuklar nasıl?” diye sordu Elin.
“Benim çocuğum yok,” dedi Wallander hayretle.
“O hâlde yanlış anlamış olmalıyım,” diye yanıtladı. “Lars’ın iki oğlunuz olduğunu söylediğini sanıyordum.”
“Maalesef hayır,” dedi Wallander. “Ben evli bile değilim.”
“Bu, çocuk sahibi olmak için bir engel değil ki.”
Wallander patateslere ve soğanlara döndü. Daha sonra buzdolabında kalan şeylerin bir kısmını kullanarak yemek hazırladı. Mona hâlâ aramamıştı. Yine yağmur yağmaya başlamıştı. Bir yerlerden akordeon sesi duyuyordu. Kendi kendine ne yaptığını sordu. Komşusu Hålén, önce bazı değerli taşları yuttuktan sonra intihar etmişti. Biri onları geri almaya çalışmış, ardından öfkeyle daireyi ateşe vermişti. Etrafta bir sürü akıl hastası, açgözlü insan vardı. Ama ne intihar etmek suçtu ne de açgözlü olmak.
Saat altı buçuktu. Lars Andersson aramamıştı. Wallander saat yediye kadar beklemeye karar verdi. Sonra tekrar arayacaktı.
Yediye beş kala Andersson aradı.
“Yağmur yağdığında işler açılır. Beni aramışsın?”
“Bir vaka üzerinde çalışıyorum,” dedi Wallander. “Belki bana yardım edebilirsin diye düşündüm. Geçen çarşamba bir yerden müşteri alan bir şoförü bulmak istiyorum. Saat üç civarında, Rosengård’daki bir adresten müşteriyi almış, Hålén adında