“Kan şekeri düzeyinin normal değeri 90 ila 120 arasıdır,” dedi Göransson. “Oysa sizinki 200. Oldukça yüksek yani.”
Wallander midesinin bulandığını hissetti.
“Bu da neden yorgun hissettiğinizi açıklıyor,” diye sürdürdü konuşmasını Göransson. “Ayrıca susamanızı ve bacaklarınıza kramp girmesini de buna bağlıyoruz. Sıklıkla tuvalete gitmenizin nedeni de yüksek şeker.”
“İlaçla tedavi edilebilir bir hastalık mı bu?” diye sordu Wallander.
“Öncelikle beslenme alışkanlıklarınızı değiştirerek şekeri denetim altına almaya çalışacağız,” dedi Göransson. “Tansiyonunuzu da düşürmemiz gerekiyor. Düzenli olarak spor yapar mısınız?”
“Hayır.”
“O zaman hemen spora başlamanız gerekiyor. Diyet ve spor. Bunların bir yararı olmazsa o zaman başka yöntemlere başvuracağız. Bu kan şekeri düzeyinizle tüm sisteminizi yoruyorsunuz.”
Şeker hastasıyım, diye geçirdi içinden Wallander. O anda bunun son derece utanç verici bir şey olduğunu düşünüyordu.
Göransson onun içinde bulunduğu ruh hâlini sezmişti. “Bizim kontrol edebileceğimiz bir durum,” dedi. “Bu yüzden ölmeyeceksiniz. En azından şimdilik.”
Biraz daha kan aldılar, Wallander’e beslenme konusunda uzunca bir liste verildi ve doktor pazartesi günü kendisini yeniden görmek istediğini söyledi.
Wallander saat on bir buçukta klinikten ayrıldı. Mezarlığa gidip ahşap banklardan birine oturdu. Doktorun kendisine az önce söylediklerini düşündü. Aslında söylenilenleri tam olarak algılamamıştı. Cebinden gözlüğünü çıkarıp doktorun verdiği beslenme listesini okumaya başladı.
Saat on iki buçukta emniyete döndü. Kendisini birkaç kişi aramıştı ama hiçbiri de acil değildi. Koridorda Hansson’la karşılaştı.
“Svedberg geldi mi?” diye sordu Wallander.
“Neden sordun, burada değil mi yoksa?”
Wallander karşılık vermedi. Saat bir civarında Eva Hillström gelecekti. Martinson’un odasının aralık kapısını hafifçe vurdu ama içeride kimse yoktu. O sabahki toplantıda görüştükleri konuları içeren ince dosya masasının üstünde duruyordu. Wallander dosyayı alıp kendi odasına gitti. Dosyaya bir göz attı, üç kartpostala yeniden baktı ama kendini işine bir türlü veremiyordu. Doktorun söyledikleri aklından çıkmıyordu.
Danışma görevlisi Ebba arayıp Eva Hillström’ün geldiğini haber verdi. Wallander odasından çıkıp konuğunu karşılamaya gitti.
Bir grup şen şakrak adam emniyetten çıkıyordu. Wallander onların emniyeti görmeye gelen emekli denizciler olduklarını anladı.
Eva Hillström uzun boylu ve zayıf bir kadındı. Yüzünden ne düşündüğü belli olmuyordu. Wallander görür görmez onun her zaman olayların en kötüsünü düşünen biri olduğu izlenimine kapılmıştı. Konuğunun elini sıkıp odasına götürdü. Koridorda, kahve içmek isteyip istemediğini sordu.
“Kahve içemem,” dedi Eva Hillström. “Mideme dokunuyor.”
Gözlerini Wallander’den ayırmadan masanın hemen karşısındaki ziyaretçi koltuklarından birine geçip oturdu.
Ona yeni bir şeyler söyleyeceğimi sanıyor, diye geçirdi içinden Wallander. Söyleyeceklerimin kötü şeyler olduğunu düşünüyor.
Wallander yerine geçip oturdu. “Meslektaşımla dün görüşmüşsünüz,” dedi. “Kızınızın imzasıyla Viyana’dan postalanan ve birkaç gün önce size ulaşan kartpostalı da beraberinizde getirmişsiniz ama bu kartın kızınız tarafından yazılmadığını ileri sürüyorsunuz. Doğru mu?”
“Evet,” dedi kadın güçlükle.
“Martinson neden bu şekilde düşündüğünüzü bir türlü açıklayamadığınızı söyledi.”
“Evet, doğru, açıklayamıyorum.”
Wallander dosyadan kartı çıkarıp masanın üstüne koydu.
“Kızınızın el yazısıyla imzasının kolaylıkla taklit edilebileceğini söylemişsiniz.”
“İsterseniz siz de deneyin, göreceksiniz.”
“Denedim bile. Size katılıyorum, kızınızın el yazısını taklit etmek hiç de zor değil.”
“O zaman neden aynı şeyleri sorup duruyorsunuz?”
Wallander karşısındaki kadına bir an için baktı. Martinson’un da söylediği gibi çok gergindi.
“Verdiğiniz bilgileri onaylamak için bu soruları soruyorum,” dedi. “Bazen buna gerek oluyor.”
Eva Hillström sabırsızlıkla başını salladı.
“Bu kartları Astrid dışında birinin yazdığına inanmamız için elimizde somut bir nedenimiz yok,” dedi Wallander. “Kuşkularınızı haklı çıkartabilecek geçerli bir nedeniniz var mı?”
“Hayır yok ama haklı olduğumu biliyorum.”
“Hangi konuda haklı?”
“Kızımın ne bunu ne de diğer kartları yazdığı konusunda.”
Birden ayağa kalkıp Wallander’e bağırmaya başladı. Wallander böyle saldırgan bir tepkiye doğrusu hiç de hazırlıklı değildi. Kadın masadan Wallander’e uzanmış, kolundan yakalayarak bir yandan haykırıyor, bir yandan da onu sarsıyordu.
“Neden eliniz kolunuz bağlı oturuyorsunuz? Neden hiçbir şey yapmıyorsunuz? Bir şeyler yapmanız gerekiyor. Kızımın ve arkadaşlarının başına korkunç şeyler gelmiş olabilir.”
Wallander kolunu onun elinden güçlükle kurtarıp ayağa kalktı.
“Sakinleşseniz iyi olacak,” dedi.
Ne var ki Eva Hillström bağırmayı sürdürüyordu. Wallander kapısının önünden geçenlerin neler düşünebileceklerini merak etti. Kadının yanına yaklaşarak onu omuzlarından sıkıca tutup koltuğa oturttu, kıpırdamamasını söyledi. Kadının öfkesi başladığı gibi birden sönüvermişti. Wallander masasına döndü. Eva Hillström bakışlarını yere indirdi. Wallander şaşkınlık içinde onun konuşmasını beklemeye koyuldu. Kadının tepkisinde, bu inançlı duruşunda karşısındakine de bulaşan bir şey vardı.
“Sizce neler olmuş olabilir?” diye sordu sonunda daha fazla beklememeye karar vererek.
Eva Hillström başını iki yana salladı. “Bilmiyorum.”
“Bir kaza ya da başka bir şey olduğuna ilişkin herhangi bir ipucu yok.”
Kadın, Wallander’e baktı.
“Astrid’le arkadaşları daha önce de yolculuklara çıkmışlar,” dedi Wallander. “Belki bu seferki kadar uzun değil ama yine de çıkmışlar. Arabaları, paraları ve pasaportları da yanlarında. Meslektaşlarım bu konuyu daha önce de araştırmışlardı. Ayrıca hepsi de on sekiz yaşın üstünde. Benim de Astrid’den birkaç yaş büyük bir kızım var. Gençlerin nasıl davrandığını gayet iyi biliyorum.”
“Burada ters bir şeylerin olduğunu biliyorum,” dedi Eva Hillström. “Kötümser yapıda biri olduğumu da biliyorum ama bu kez hislerimde haklıyım. Bunu yüreğimde hissediyorum.”
“Diğer çocukların aileleri sizin kadar endişeli değil ama. Martin Boge’yle Lena Norman’ın ailesi neden sizin gibi tepki vermiyor?”
“Onları