Düşümde ölüleri gördüm, diye geçirdi içinden. Acaba bu ne demekti? Neredeyse her gece babamı düşümde görüyorum ama o öldü. Bildiğim her şeyi bana öğreten eski dostum ve meslektaşım Rydberg’i de görüyorum. O da öleli neredeyse beş yıl oluyor.
Balkona çıktı. Hava hâlâ sıcak ve sakindi. Ufukta bulutlar toplanmaya başlamıştı. Birden ne denli yalnız olduğu gerçeği bir tokat gibi yüzüne çarptı. Stockholm’de yaşayan ve ara sıra gördüğü kızı Linda dışında hemen hemen hiçbir dostu, arkadaşı yoktu. Zaman zaman birlikte olduğu kişilerse iş arkadaşlarıydı. Onlarla iş dışında görüşmüyordu.
Banyoya gidip yüzünü yıkadı. Aynaya bakınca güneş yanığı teninin açılmadığını ama yorgunluğun alabildiğine belirgin olduğunu gördü. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Saçları dökülmeye başlamıştı. Yaz başından bu yana birkaç kilo vermesine karşın yine de şişman sayılırdı.
Telefon çaldı. Arayan Gertrud’du.
“Rynge’ye geldiğimi haber vermek istedim. Her şey yolunda.”
“Ben de seni düşünüyordum,” dedi Wallander. “Yanında kalmalıydım.”
“Sanırım anılarımla bir süre yalnız kalmaya ihtiyacım vardı ama burada her şey yolunda. Kız kardeşimle çok iyi anlaşıyoruz. Zaten aramız her zaman çok iyi olmuştur.”
“Bir iki hafta sonra seni görmeye geleceğim.”
Telefonu kapatır kapatmaz telefon yeniden çaldı. Bu kez arayan iş arkadaşlarından Ann-Britt Höglund’du.
“Nasıl geçtiğini öğrenmek için aradım,” dedi.
“Ne nasıl geçti?”
“Babanın evini satışa çıkarmak için bugün emlakçıyla görüşmeyecek miydin?”
Wallander ona bu konudan geçen gün söz ettiğini hatırladı.
“İyi geçti,” dedi. “Eğer istersen üç yüz bin krona satın alabilirsin.”
“Görmeme bile gerek yok,” diye karşılık verdi genç kadın.
“Tuhaf bir his bu aslında,” diye konuşmasını sürdürdü Wallander. “Ev artık bomboş. Gertrud taşındı ve hiç tanımadığım birileri gelip eve yerleşecek. Büyük olasılıkla yazlık olarak kullanacaklar. Evi satın alanlar babamla ilgili hiçbir şey bilmeyecekler.”
“Tüm evlerin hayaletleri vardır. Tabii yenilerin dışında.”
“Terebentin ve yağlı boya kokusu bir süre daha orada kalacak,” dedi Wallander. “Ama bu koku da geçtikten sonra o evde bir zamanlar yaşayanlara ilişkin hiçbir şey kalmayacak geride.”
“Evet, işin en üzücü yanı da bu değil mi?”
“Evet, yaşam bu belki de. Yarın görüşürüz. Aradığın için teşekkürler.”
Wallander mutfağa gidip su içti. Ann-Britt çok düşünceli biriydi. Kendisine söylenenleri asla unutmuyor, karşısındakilere ilgi gösteriyordu. Eğer kendisi onun yerinde olsaydı asla onun gibi davranmaz, her şeyi unutur giderdi.
Daha sonra da Löderup’tan getirdiği kutuları açtı. Karton kutulardan birinin dibinde kahverengi bir zarf vardı. Zarfı açınca karşısına eski ve renkleri solmuş birkaç fotoğraf çıktı. Bunları daha önce gördüğünü hiç hatırlamıyordu doğrusu. Fotoğraflardan birinde kendisi de vardı. Dört ya da beş yaşlarında olmalıydı. Büyük bir Amerikan arabasının motor kapağının üstünde oturuyordu. Düşmemesi için babası da hemen yanı başında duruyordu.
Wallander fotoğrafı alıp mutfağa gitti, mutfak çekmecelerinden birini açıp büyüteci çıkardı.
İkimiz de gülümsüyoruz, diye geçirdi içinden. Gözlerimi kameraya dikmiş gururla bakıyorum. Babamın tablolarını akıl almaz fiyatlarla satın alanlardan birinin galerisinde bu arabanın üstüne oturmama izin vermişlerdi. Babam da gülümsüyor ama gözlerini benden ayırmadan.
Wallander elinde fotoğrafla uzunca bir süre oturdu. Bu fotoğraf ona asla bir daha ulaşılamayacak geçmişini anımsatmıştı. Bir zamanlar babasıyla çok yakındılar ama ona polis olacağını söylediğinde bu bağ kopuvermişti. Babasının son yıllarında, yitirdikleri yakınlığı yavaş yavaş geri kazanmaya çalışmışlardı.
Asla eskisi gibi olamadık, dedi kendi kendine Wallander. Bu fotoğrafta olduğu gibi o gülümsemelerimize bir daha asla geri dönemedik. Bunu Roma’da yakalar gibiydik ama yine de hiçbir şey eskisi gibi olmadı bir daha.
Wallander fotoğrafı mutfak kapısına yapıştırdı. Sonra yeniden balkona çıktı. Bulutlar alçalmıştı. Televizyon karşısına geçerek eski bir filmin sonunu izledi.
Gece yarısına doğru yattı. Ertesi gün Svedberg ve Martinson’la toplantı yapacak, sonra da doktora gidecekti. Uzun süre gözlerini karanlıkta tavana dikip durdu. İki yıl önce Maria Caddesi’ndeki bu evden taşınmayı düşünmüştü. Köpek almayı ve Baiba’yla birlikte yaşamayı. Ancak hiçbiri gerçekleşmemişti. Ne Baiba ne yeni bir ev ne de bir köpek. Her şey olduğu gibi aynı kalmayı sürdürmüştü.
Bir şeyler olsun artık, diye geçirdi içinden. Yeniden geleceğimi düşünmemi sağlayacak bir şeyler olsun.
Uykuya daldığında saat gecenin üçü olmuştu.
2
Bulutlar sabahın erken saatlerinde dağılmıştı. Wallander sabahın altısında uyandı. Düşünde yine babasını görmüştü. Birbiriyle bağlantısı olmayan bölük pörçük görüntüler bilinçaltından bilinçüstüne çıkıyordu. Düşünde kendini hem çocuk hem de yetişkin olarak görmüştü. Düşünün elle tutulur bir hikâyesi yoktu. Gördüklerini hatırlamaya çalışması bir gemiyi sisler arasından çekip çıkarmaya benziyordu.
Yataktan kalktı, duş yaptı ve kahve içti. Sokağa çıktığında yazın sıcak havasının hâlâ İsveç’ten ayrılmadığını fark etti. Hava alabildiğine sakindi. Arabasına binip emniyete gitti. Saat daha yedi bile değildi ve emniyette hemen hemen kimse yoktu. Koridorlar bomboştu. Bir fincan kahve alıp odasına gitti. Masasının üstünde birikmiş iş ya da dosyalar yoktu. En son ne zaman böylesine temiz bir masayla baş başa kaldığını anımsamaya çalıştı. Son yıllarda Wallander’in işleri her geçen gün daha da yoğunlaşmıştı. Bir anda birkaç soruşturmayı birlikte götürmek zorunda kalmıştı. Yeterli eleman olmadığından bazı dosyalar açılmadan kapanıyordu. Wallander ellerinde yeterli eleman ve zaman olsaydı böylesi sorunlarla karşılaşmayacaklarını biliyordu.
İşlenen suçun bedeli ödeniyor muydu? Neredeyse İlk Çağlardan beri sorulan bu soruya hâlâ somut bir yanıt bulunamamıştı. Suçun mutlaka cezalandırılmasını savunanlar bile koşullar farklı olduğunda ya da roller değiştiğinde yan çizebiliyorlardı. Wallander suç oranının İsveç’te eskiye nazaran arttığını düşünüyordu. Suçlular artık para ve güç sahipleriyle birlikte olduklarından ya da para ve güç sahipleri suçlu olduklarından yargı sistemi de ipleri onların eline bırakmak zorunda kalmıştı.
Wallander bu sorunları meslektaşlarıyla sıklıkla tartışırdı. Halkın korkularının arttığını o da fark etmişti. Gertrud da bu sorunlardan söz eder olmuştu. Çamaşırhanede karşılaştığı komşuları da bu konulardan konuşuyorlardı. Wallander hemen hemen herkesin korktuğunu ve korkmakta da haklı