“Şu an bir şey yapamayız, bu mümkün değil,” dedi. “Şafakla birlikte herkes burada olsa iyi olur. Şimdilik yapabileceğimiz en iyi şey biraz dinlenmek.”
Bu sözlere kimse karşı çıkmadı. Herkes bir an önce evine gitmek istiyordu. Sven Nyberg dışında tabii. Wallander onun olay yerinde kalmak isteyeceğini biliyordu. Geceyi orada geçirecek ve ertesi sabah geldiklerinde onu orada bulacaklardı. Diğerleri çiftlik evinin önüne park ettikleri arabalarına doğru giderken Wallander geride kaldı.
“Ne düşünüyorsun?” diye sordu.
“Hiçbir şey,” diye karşılık verdi Nyberg. “Tüm yaşamım boyunca hiç bu denli ürkütücü bir şey görmediğim dışında bir şey düşünemiyorum.”
Muşambayla örtülmüş hendeğin yanı başında duruyorlardı.
“Sence tüm bunlar ne anlama geliyor? Karşımızda duran şey ne? Neye bakıyoruz da göremiyoruz?” diye sordu Wallander.
“Hem savaşlarda kullanılan hem de yırtıcı hayvan avına çıkan Asyalıların kullandığı tuzakların bir benzeri bu,” dedi Nyberg. “Bunlara hayvan kazıkları derler.”
Wallander başını salladı.
“İsveç’te bambular bu denli kalın yetişmez,” diye sürdürdü konuşmasını Nyberg. “Balık oltaları ve mobilya için bunları ithal ediyoruz.”
“Skåne’de yırtıcı hayvan da yok,” dedi Wallander düşünceli bir sesle. “Ve savaşta da değiliz. O zaman tüm bunlar ne oluyor?”
“Buraya ait olmadıkları kesin,” dedi Nyberg. “Uygun olmayan bir şeyler var. Hiç hoşuma gitmedi.”
Wallander ona dikkatle baktı. Konuşkan biri olmayan Nyberg, uzun zamandan beri ilk kez bu denli uzun konuşmuştu. Duygularındaki ani değişikliği ve korkusunu açıkça ifade etmesi doğrusu ilginçti.
“Kendini fazla yorma,” dedi Wallander arkadaşının yanından uzaklaşırken ama Nyberg karşılık vermedi.
Wallander kordonun üstünden atlayarak gece boyunca olay yerinde nöbet tutacak olan polisleri başıyla selamlayıp çiftlik evine doğru gitti. Lisa Holgersson onu bekliyordu. Elinde bir el feneri vardı.
“Gazeteciler geldi,” dedi. “Onlara ne söyleyeceğiz?”
“Söyleyecek fazla bir şeyimiz olduğunu sanmıyorum.”
“Onlara Eriksson’un adından da söz etmeyelim mi diyorsun?” Wallander karşılık vermeden bir an düşündü.
“Kurbanın adını verebiliriz. Yakıt kamyonu sürücüsünün boş atıp dolu tutmaya çalışmadığından eminim. Bana Eriksson’un hiç akrabası olmadığını söylemişti. Ölümünü haber vereceğimiz hiç kimsesi yoksa adının duyulmasına da izin vermeliyiz. Belki bunun bize bir yararı bile olabilir.”
Eve doğru birlikte yürüdüler. Arkalarında kalan projektörler cinayet yerini gündüz gibi aydınlatıyordu.
“Başka ne anlatabiliriz?”
“Onlara bunun bir cinayet olduğunu söyle,” diye karşılık verdi Wallander. “Bundan hepimiz eminiz ama elimizde kuşkulanabileceğimiz ne bir ipucu var ne de bir delil.”
“Bir fikir oluşturdunuz mu?”
Wallander çok yorgun olduğunu hissediyordu. Her düşünce, söyleyeceği her sözcük sanki büyük bir çaba gerektiriyor gibiydi.
“Senin gördüğünden farklı bir şey görmedim ama cinayetin planlı programlı işlendiği açıkça ortada. Eriksson tuzağa düşürüldü. Bu da en az üç sonucu beraberinde getiriyor.”
Durdular.
“Bunlardan birincisi, bu cinayeti her kim işlediyse onun Eriksson’u tanıdığını ve bazı alışkanlıklarını bildiğini düşünebiliriz,” diye söze başladı Wallander. “İkincisi de katil onu kesinlikle öldürmeyi planlamıştı.”
Wallander yeniden yürümeye başladı.
“Üç demiştin.”
El fenerinin solgun ışığı altında genç kadının yüzüne baktı. Kendisinin nasıl göründüğünü merak etti. Yağmur güneş yanığı teninin açılmasına neden olmuş muydu acaba?
“Katil Eriksson’un yaşamına son vermekle yetinmedi,” dedi. “Onun acı da çekmesini istedi. Eriksson ölmeden uzun bir süre o kazıklarda acı çekerek can vermiş olmalı. Kargaların dışında da sesini duyan olmamıştır. Belki doktorlar bize onun ne zaman öldüğünü söyleyebilirler.”
Müdür Holgersson yüzünü buruşturdu.
“İnsan nasıl böyle bir şey yapabilir?”
“Bilmiyorum,” diye karşılık verdi Wallander.
Eve yaklaştıklarında iki gazeteciyle bir fotoğrafçının kendilerini beklediğini gördüler. Wallander onlarla daha önceki cinayetlerde karşılaşmıştı. Müdür Holgersson’a bir göz atınca genç kadının başını hayır dercesine salladığını gördü. Wallander gazetecilere olayı elinden geldiğince özetleyerek anlattı. Gazetecilerin birçok sorusu vardı ama Wallander soruları yanıtlamayacağını söyleyince onlar da gitmek zorunda kaldılar.
“Sen iyi nam salmış bir polissin,” dedi müdür. “Geçen yaz ne denli yetenekli olduğunu herkese kanıtladın. İsveç’te her polis birimi seninle çalışmak ister.”
Genç kadının arabasının yanında durdular. Wallander müdürünün sözlerinde son derece içten olduğunun farkındaydı ama buna karşılık veremeyecek denli de yorgun hissediyordu kendini.
“Bu soruşturmayı istediğin gibi yürüt. Bana sadece ihtiyaçlarını bildir ve gerisini merak etme.”
Wallander olur dercesine başını salladı.
“Birkaç saat sonra bazı şeyleri öğrenmiş olacağız ama şimdi her ikimizin de dinlenmesi gerek.”
Wallander eve gittiğinde saat sabahın ikisi olmuştu. Kendisine birkaç sandviç hazırlayarak mutfak masasına oturup yedi. Sonra da çalar saatini beşe kurup yatağına uzandı.
Bir kez daha alaca karanlıkta toplandılar. Yağmur durmuştu ama rüzgâr vardı ve hava soğumuştu. Gece boyunca olay yerinde kalan Nyberg’le polisler hendeğin üstündeki muşambanın uçmaması için önlem almışlardı. Nyberg şimdi de hendeğin içinde adli tıp elemanlarıyla birlikte çalışıyordu.
Wallander çiftliğe gelirken yolda soruşturmayı nasıl yürütmesi gerektiğini düşünüyordu. Eriksson hakkında kimse bir şey bilmiyordu. Varlıklı olması işe başlamaları için yol gösterici nitelikte olabilirdi ama cinayetin bu yüzden işlendiğine inanmak olası değildi. Hendekteki kazıklar başka bir şeyi anlatmak istiyor gibiydi. Kazıkların dilini çözemediğinden hangi yöne gitmesi gerektiğini de kestiremiyordu.
Ne yapacağını kestiremediği zamanlarda yaptığı gibi bir zamanlar hem öğretmeni hem de yakın dostu olan eski polis Rydberg’i düşündü. Onun o bilgeliği olmasaydı ben sıradan bir polis olmaktan öteye gidemezdim, diye geçirdi içinden. Rydberg yaklaşık dört yıl önce kanserden ölmüştü. Wallander zamanın bu denli hızla geçmesi karşısında birden ürperdi. Rydberg olsaydı ne yapardı, diye sordu kendine.
Sabır, diye geçirdi içinden.