Martinson gittikten sonra söylediklerini düşündü. Ama hemen bu düşünceleri kafasından uzaklaştırdı. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu zaman nasılsa gösterecekti. Saat dört buçuk olmuştu. Wallander çalıntı arabaları eski Doğu Bloku ülkelerine ihraç eden bir organize suç zincirine ilişkin soruşturma dosyasını önüne çekti. Birkaç aydan beri bu dosya üzerinde çalışıyordu. Polis şimdiye değin bu olayın yalnızca bazı ufak tefek ipuçlarını ele geçirebilmişti. Bu soruşturmanın aylar süreceğinin farkındaydı. İzindeyken, soruşturmayla Svedberg ilgilenecekti. Zaten Wallander yokluğunda önemli bir şeyler olacağını sanmıyordu.
Ann-Britt Höglund kapıyı vurarak içeri girdi. Başında siyah bir beyzbol şapkası vardı.
“Nasıl görünüyorum?”
“Tam turistler gibi olmuşsun,” diye karşılık verdi Wallander.
“Yeni polis üniformalarının şapkaları böyle olacak işte,” dedi. “Siperliğin üstünde de POLİS yazacak. Resimlerini gördüm.”
“Bana asla bu şapkayı taktıramazlar,” dedi Wallander. “Artık üniformalı polis olmadığım için sevinmem gerek, diye düşünüyorum.”
“Bir gün belki Björk‘ün gerçekten de çok iyi bir şef olduğunu anlayacağız. Partideki konuşman çok güzeldi.”
“Güzel olmadığını çok iyi biliyorum.” Wallander artık sinirlenmeye başladığını hissederek sözlerini sürdürdü. “Ama bunu benim yapmamda ısrar ettiğiniz için aslında bu kötü konuşmadan sizler sorumlusunuz.”
Höglund pencereye yaklaşarak camdan dışarı baktı. Ystad’a bir yıl önce gelmişti. Polis akademisinden başarıyla mezun olmuştu. Rydberg‘in ölümüyle boşalan göreve getirilmişti. Rydberg, Wallander’e birçok şeyi öğretmiş olan bir polisti ve Wallander de şimdi aynı şekilde Höglund’a yol göstererek yardım etmesi gerektiğini düşünüyordu.
“Araba işi nasıl gidiyor?”
“Sürekli araba çalınıyor işte,” diye karşılık verdi Wallander. “Bu örgütün birçok kolu var gibi geliyor bana.”
“Örgütte bir delik açmayı başarabildik mi?”
“Başaracağız. Er ya da geç bu olacak. Birkaç aylık bir sessizlik olacak, sonra yeniden başlayacaklar.”
“Ama hiç bitmeyecek, değil mi?”
“Evet, hiç bitmeyecek. Çünkü Ystad’ın konumu böyle gerektiriyor. Buradan iki yüz kilometre ötede, Baltık Denizi’nin karşısında sahip olduklarımızı elimizden almak isteyen sayısız insan var. Onların tek sorunu bu alışveriş için gerekli paralarının olmayışı.”
“Her feribotla ne kadar çalıntı malın taşındığını doğrusu çok merak ediyorum.”
“Bu merakından vazgeçsen iyi olur çünkü inan bana şaşkınlıktan ağzını kapatamayabilirsin.”
Kahve içmek için odadan birlikte çıktılar. Höglund’un aslında o hafta izinde olması gerekiyordu. Kocası iş gereği Suudi Arabistan’da olduğundan Wallander onun iznini Ystad’da geçireceğini düşünüyordu.
“Sen ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu genç kadın, söz izinlerden açıldığında.
“Danimarka’ya Skagen’e gideceğim.”
“Riga’lı o kadınla birlikte mi?” diye sordu Höglund meraklı bir gülümsemeyle.
Wallander şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı.
“Sen nereden biliyorsun?”
“Yalnız ben değil, herkes biliyor,” diye karşılık verdi Höglund. “Fark etmemiş miydin? Buna polis araştırması diyebilirsin.”
Wallander gerçekten de çok bozulmuştu. Birkaç yıl önce bir cinayet soruşturması sırasında tanıdığı Baiba hakkında hiç kimseye bir şey söylememişti. Baiba bir cinayete kurban giden Letonyalı bir polisin eşiydi. Yaklaşık altı ay önce Noel için Ystad’a gelmişti. Paskalya tatilinde de Wallander onu görmeye Riga’ya gitmişti. Ama ne onun hakkında kimselere bir şey söylemiş ne de genç kadını iş arkadaşlarından biriyle tanıştırmıştı. Oysa şimdi neden bu şekilde davrandığını kendisine bile açıklayamıyordu. İlişkileri pek sağlam temellere oturmamasına karşın yine de genç kadının, kendisini Mona’dan boşandıktan sonra kapıldığı melankoliden kurtardığının farkındaydı.
“Tamam,” dedi. “Evet, Danimarka’ya birlikte gideceğiz. Sonra da yazın geri kalan bölümünü babamla birlikte geçireceğim.”
“Peki, ya Linda?”
“Bir hafta önce telefon ederek Visby’deki drama kurslarına katılacağını söyledi.”
“Oysa ben onun iç mimar olacağını sanıyordum.”
“Ben de. Ama şimdi bir kız arkadaşıyla birlikte tiyatro sanatçısı olmaya karar verdi.”
“Heyecanlı bir meslek seçmiş, sen ne diyorsun?”
Wallander kuşkuyla başını salladı.
“Umarım haziranda buraya gelir,” dedi. “Onu çok özledim. Görüşmeyeli uzun zaman oldu.”
Wallander’in odasının kapısında ayrıldılar.
“Bu yaz bir ara bize de gel,” dedi Höglund. “İster Riga’lı arkadaşınla ister yalnız. Ya da istersen kızınla.”
“Arkadaşımın adı Baiba,” dedi Wallander.
Sonra da geleceğine söz verdi.
Ann-Britt’le konuştuktan sonra masadaki evrakı inceleyerek bir saat kadar çalıştı. İki kez Göteborg emniyetini arayıp aynı konu üzerinde ama olaya farklı bir açıdan yaklaşarak çalışan polisle konuştu. Altıya çeyrek kala dosyaları kapatıp yerinden kalktı. Akşam yemeğini dışarıda yemeye karar vermişti. Pantolonunun belini kontrol ederek iyice kilo verdiğini fark etti. Baiba şişman olduğunu söylediğinden beri pek hoşuna gitmese de ara sıra koşuyordu.
Ceketini giyerken o akşam Baiba’ya mektup yazmaya karar verdi. Tam odadan çıkarken telefonu çaldı. Bir an için açıp açmama konusunda tereddüt etti. Sonra masasına yaklaşarak ahizeyi kaldırdı.
Arayan Martinson’du.
“Konuşman çok güzeldi,” dedi Martinson. “Björk çok etkilendi.”
“Bunu daha önce de söylemiştin. Ne istiyorsun? Çıkıyordum.”
“Garip bir telefon geldi,” dedi Martinson. “Bu konuyu seninle konuşmak istedim.”
Wallander arkadaşının sözlerini tamamlamasını sabırsızlıkla bekledi.
“Marsvinsholm yakınlarındaki bir çiftlikte yaşayan bir adam aradı. Kolza ekili tarlasında bir kızın garip şeyler yaptığını söyledi.”
“Hepsi bu mu?”
“Evet.”
“Bir kız kolza ekili bir tarlada garip şeyler yapıyor? Nasıl garip şeylermiş?”
“Eğer doğru anlamışsam hiçbir şey yapmıyormuş. Aslında kızın o tarlada olması garip.”
Wallander karşılık vermeden bir an düşündü.
“Bir devriye arabası gönder oraya. Bu onların işi gibi.”
“Ne var ki tüm birimler şu anda çok yoğun. Hemen hemen aynı dakikalarda iki trafik kazası oldu. Biri Svarte yolunda, diğeriyse