“Acaba Salomonsson onu tanıyor muydu?” diye sordu Höglund.
Wallander yanıt vermeden bir an düşündü.
“Hayır,” dedi sonra da. “Salomonsson yalan söylemiyordu. Kızı daha önce hiç görmemişti.”
“O zaman kız tamamen bir rastlantı sonucu oraya gitmiş olmalı. Salomonsson’un ahırına girerek şişeler dolusu benzini bulmuş ve yanına beş şişe alıp kolza tarlasına gitmiş. Sonra da benzini üstüne dökerek kendini yaktı.”
“Evet, hepsi bu işte,” dedi Wallander. “Kızın kim olduğunu öğrensek bile tüm olanları büyük olasılıkla hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz.”
Kahve içip basın toplantısında neler söyleyeceklerini tartıştılar. Hansson yanlarına geldiğinde saat on bir olmuştu.
“Per Åkeson’la konuştum,” dedi. “Başsavcıyla bağlantı kuracağını söyledi bana.”
Wallander şaşkınlıkla başını kaldırıp baktı.
“Neden?”
“Gustaf Wetterstedt çok önemli biriydi. On yıl önce bu ülkenin başbakanı öldürüldü. Şimdi de eski bir adalet bakanı öldürülüyor. Bana kalırsa Åkeson bu cinayet soruşturmasına daha özel bakılıp bakılmayacağını anlamaya çalışıyor.”
“Eğer bugün hâlâ adalet bakanı olsaydı bu sözleri anlayabilirdim,” dedi Wallander. “Ama uzun zamandan beri kamu görevlerini arkasında bırakmış bir emekliden bahsediyoruz.”
“Åkeson’la o zaman bir de sen konuş,” dedi Hansson. “Ben onun söylediklerini aktardım yalnızca.”
Saat tam birde toplantı odasındaki küçük kürsüde yerlerini aldılar. Basınla yapacakları bu toplantıyı ellerinden geldiğince kısa kesmeye çalışma konusunda aralarında anlaşmışlardı. Toplantının en önemli amacı saçma sapan spekülasyonların önünü kesmekti. Bu nedenle de Wetterstedt’in nasıl öldürüldüğü sorusuyla karşılaştıklarında bilinçli olarak somut bir şeyler söylememeye karar vermişlerdi. Özellikle de kafa derisinin yüzüldüğüne ilişkin bir şey söylemeyeceklerdi.
Gazeteciler toplantı odasına doluşmuşlardı. Wallander’in tahmin ettiği gibi ulusal gazeteler Gustaf Wetterstedt’in ölümünün çok önemli bir olay olduğuna karar vermişlerdi. Wallander kalabalığa baktığında üç televizyon kanalının kameralarını gördü.
Daha sonra toplantı bitip de son gazeteci de salondan çıktığında Wallander toplantının alışılmışın dışında iyi geçtiğini fark etti. Soruşturmanın selameti açısından yanıtların sınırlı ve kısa olmasına gazetecilerden herhangi bir olumsuz tepki gelmemişti. Haberciler Wallander’le iş arkadaşlarının oluşturduğu görünmez duvarı delip geçemeyeceklerini anlamışlardı. Onlar gittikten sonra Wallander yerel bir radyo istasyonundan gelen muhabirin sorularını, Höglund da bir kameranın karşısında sorulan soruları yanıtlıyordu. Wallander arkadaşına bir göz atınca televizyon kameralarının önünde olmadığına şükretti içinden.
Basın toplantısının sonunda Per Åkeson dikkat çekmeden salona girerek en arka sıraya oturmuştu. Şimdi de yerinden kalkmış Wallander’in yanına gelmesini bekliyordu.
“Başsavcıya haber vereceğini duydum,” dedi Wallander. “Sana herhangi bir talimat verdi mi?”
“Her şeyden haberdar olmak istiyor,” diye yanıt verdi Åkeson. “Senin beni her şeyden haberdar etmen gibi.”
“Her gün sana yaptıklarımıza ilişkin kısa bir özet göndereceğim,” dedi Wallander. “Tabii ki olayda önemli ipuçlarını ele geçirdiğimizde de.”
“Somut bir şeyler bulabildiniz mi?”
“Hayır.”
Soruşturma grubunun toplantısı dörtteydi. Wallander artık rapor hazırlama değil çalışma zamanı olduğunun farkındaydı. Eğer soruşturmayı etkileyebilecek herhangi dramatik bir şey olmazsa ertesi sabah saat sekizde buluşmaya karar verdiler.
Saat beşe gelmeden Wallander emniyetten çıkarak Sara Björklund’un oturduğu Styrbordsgången’e doğru yola koyuldu. Burası, Wallander’in hiç gitmediği bir mahalleydi. Arabasını park ederek bahçe kapısından içeri girdi. O daha kapıya ulaşmadan kapı açıldı. Karşısında duran kadın tahmin ettiğinden de gençti. Wallander onun otuz yaşlarında olduğunu düşündü. Demek Gustaf Wetterstedt’in gündelikçi kadını buydu. Wetterstedt’in kendisine gündelikçi kadın dediğini bilip bilmediğini düşündü.
“İyi günler. Bugün daha önce telefon etmiştim. Siz Sara Björklund’sunuz, değil mi?”
“Sizi tanıyorum,” dedi kadın, başını evet dercesine sallayarak.
Genç kadın Wallander’i içeri davet etti. Oturma odasındaki masanın üstünde bisküviyle kahve termosu duruyordu. Wallander gürültü yapan çocukları azarlayan bir adamın sesini duydu. Ses yukardan geliyordu. Bir koltuğa oturarak çevresine baktı. Sanki babasının yaptığı resimlerden birini duvarda asılı görecekmiş gibi bir duyguya kapılmıştı nedense. Burada eksik olan tek şey aslında babamın yaptığı resimler, diye geçirdi içinden. İşte eski balıkçı, çingene kadın ve ağlayan çocuk. Tek eksik bu.
“Kahve içer misiniz, efendim?” diye sordu Sara Björklund.
“Bana efendim demene gerek yok. Evet, lütfen.”
“Gustaf Wetterstedt’le resmi olmam gerekiyordu,” dedi birdenbire Sara. “Kendisine mutlaka Bay Wetterstedt denmesini isterdi. Orada çalışmaya başladığımda bana talimatlarını birer birer yazdırmıştı.”
Wallander genç kadının hemen konuya girmesine çok sevinmişti. Cebinden küçük not defteriyle bir kalem çıkardı.
“O zaman Gustaf Wetterstedt’in öldürüldüğünü biliyorsun, demek?” diye söze başladı.
“Korkunç bir şey bu,” dedi Sara. “Kim yapmış olabilir?”
“Biz de aynı şeyi çok merak ediyoruz.”
“Gerçekten de kumsalda mı buldunuz onu? O çirkin kayığın altında mı? Üst kattan görülen o korkunç kayığın altında mı?”
“Evet, orada bulduk. Ama şimdi en başından başlayalım. Gustaf Wetterstedt’in evini temizliyorsun, değil mi?”
“Evet.”
“Ne kadar zamandan beri onun yanında çalışıyorsun?”
“Yaklaşık üç yıldan beri. İşsizdim. Bu evi döndürmek için paraya ihtiyacımız var. Ben de zorunlu olarak temizlik işleri yapmaya başladım. O işi de gazetedeki ilanla bulmuştum.”
“Oraya ne kadar sıklıkla gidiyordun?”
“Ayda iki kez. On beş günde bir perşembeleri.”
Wallander not almaya başlamıştı.
“Her zaman perşembeleri mi giderdin?”
“Evet.”
“Kendi anahtarın var mıydı?”
“Hayır. Bana evin anahtarını hiç vermedi.”
“Neden?”
“Evine temizliğe gittiğimde peşimden hiç ayrılmazdı. Bu da beni inanılmaz derecede sinirlendirirdi. Ama parası çok iyiydi.”
“Farklı herhangi bir şey dikkatini çekmiş miydi?”
“Ne gibi?”
“Evde her zaman yalnız mıydı?”
“Evet,