“Kimin?”
“Dün kendini yakan bir genç kızdan geriye kalanları göndermiştik. Şimdi de kafa derisi yüzülen bir adamı gönderiyoruz. Bizimle çalışan pataloğun adı Malmström.”
“Başka bir patalog daha var. Bu sözünü ettiğin kadını tanımıyorum.”
Wallander cesedin yanına iyice yaklaştı.
“Neler düşünüyorsun?” dedi doktora. “Sence ne olmuş olabilir?”
“Arkasından saldıran adam ne yaptığını biliyormuş,” dedi doktor. “Keskin bir nişancı da bundan iyisini yapamazdı. Ama kafasının derisini yüzmek! İşte bence bu bir zırdelinin işi.”
“Ya da bir Kızılderili’nin,” dedi Wallander düşünceli bir sesle.
Yerinde doğrulurken diz kapaklarının ağrıdığını fark etti. Sancısız geçirdiği günler artık çok gerilerde kalmış gibiydi.
“Benim burada işim bitti,” dedi doktor. “Malmö’ye onu getireceğimizi söyledim.”
Wallander karşılık vermedi. Wetterstedt’in giysilerinde dikkatini çeken bir ayrıntı yakalamıştı. Pantolonunun fermuarı açıktı.
“Giysilerine dokundun mu?” diye sordu Wallander merakla.
“Yalnızca belkemiği çevresindeki balta yarasına dokundum.”
Wallander anladım dercesine başını salladı. Midesi bulanmaya başlamıştı.
“Bir şey sorabilir miyim?” dedi. “Wetterstedt’in pantolonunun içine bir bakıp orada olması gereken şeyin yerinde olup olmadığını söyleyebilir misin?”
Doktor, Wallander’e soru sorarcasına baktı.
“Biri kafasının derisini yüzdüğüne göre başka şeylerle de ilgilenmiş olabilir,” diye açıkladı düşüncelerini Wallander.
Doktor evet dercesine başını salladıktan sonra lastik eldivenleri eline geçirdi. Sonra da dikkatle elini açık fermuardan içeri sokarak yokladı.
“Burada olması gereken şey yerinde,” dedi elini çekerken.
Wallander başını tamam dercesine salladı.
Wetterstedt’in cesedi kaldırıldı. Wallander kayığın yanında yere çömelmiş duran Nyberg’e döndü.
“Nasıl gidiyor?” diye sordu.
“Bilmiyorum,” diye karşılık verdi Nyberg. “Bu yağmurun altında tüm izler silinip gidiyor.”
“Kumları yarın yine kazıyalım,” dedi Wallander ve doktorun söylediklerini arkadaşına aktardı. Nyberg başını salladı.
“Eğer kumların arasında kan izleri varsa mutlaka buluruz. Başlamamızı istediğin özel bir yer var mı?”
“Kayığın çevresi,” dedi Wallander. “Sonra da bahçe kapısından kumsala uzanan yol.”
Nyberg kapağı açık çantayı gösterdi. Çantanın içinde delil poşetleri vardı.
“Cebinde yalnızca bir kutu kibrit buldum,” dedi Nyberg poşetlerden birini başıyla göstererek. “Sende de anahtarlar var. Giysileri ayakkabılarının dışında oldukça pahalı şeyler.”
“Ev dağınık değildi. Ama bu akşam bu söylediğim yerlere bakarsan çok sevinirim.”
“İki yerde birden olamam ki,” diye homurdandı Nyberg. “Eğer burada olası delilleri bulup çıkarmamız gerekiyorsa bunu yağmur tüm izleri yok etmeden yapmak zorundayız.”
Wallander yeniden Wetterstedt’in evine doğru gitmeye hazırlanırken birden Göran Lindgren’in hâlâ orada olduğunu fark ederek yanına gitti. Lindgren soğuktan titriyordu.
“Artık evinize gidebilirsiniz,” dedi Wallander.
“Babama telefon edip her şeyi anlatabilir miyim?”
“Evet.”
“Peki neler olmuş?” diye sordu Lindgren.
Wallander sıkıntıyla yanıtladı. “Henüz bilmiyoruz.”
Polis kordonunun hemen dışında meraklı birkaç kişi polisin çalışmasını izliyordu. Meraklıların bazıları civarda oturan yaşlılar, köpekli bir delikanlı ve mobiletli bir çocuktu. Wallander korku içinde kendisini bekleyen günleri düşündü. Belkemiği parçalanan, kafa derisi yüzülen eski bir adalet bakanına ilişkin haber; gazetelerin, radyonun ve televizyon kanallarının hiç zaman yitirmeden üstüne atlayacağı türdendi. Durumla ilgili tek iyi şey, Salomonsson’un kolza tarlasında kendini yakan genç kızın birinci sayfada haber olma şansını yitirmiş olmasıydı.
Sıkıştığını fark ederek denizin kenarına doğru gitti ve fermuarını açtı. Belki de her şey bu denli basit işte, diye geçirdi içinden. Gustaf Wetterstedt saldırıya uğradığında o da fermuarını açmış ve belki de işini görmek üzereydi.
Eve doğru giderken birden durdu. Bir şeyi gözden kaçırmıştı. Dönerek Nyberg’in yanına gitti.
“Svedberg’in nerede olduğunu biliyor musun?”
“Galiba muşamba bulmaya gitti. İzler silinmesin diye kumu örtmek istiyoruz.”
“Geri döndüğünde onunla mutlaka konuşmak istiyorum,” dedi Wallander. “Martinson’la Hansson neredeler?”
“Yanlış bilmiyorsam Martinson yiyecek bir şeyler almaya gitti,” dedi Nyberg ters bir tavırla. “Yemek yemeye kimin zamanı var acaba?”
“İstersen sana da bir şeyler getirmesi için birilerini gönderebiliriz,” dedi Wallander. “Hansson nerede?”
“Savcılara haber vermeye gitti. Ben bir şey istemiyorum.”
Wallander villaya döndü. Yağmurdan sırılsıklam olan ceketini ve çizmelerini çıkardıktan sonra birden karnının çok acıktığını hissetti. Höglund, Wetterstedt’in çalışma odasındaki masaya oturmuş, masanın çekmecelerini inceliyordu. Wallander mutfağa giderek ışığı yaktı. Salomonsson’un mutfağında kahve içişleri geldi aklına birden. Oysa Salomonsson artık yoktu. Ölmüştü. Eski çiftçinin mutfağıyla bu mutfağı kıyaslamak olanak dışıydı. Burası bambaşka bir dünyaydı. Duvarda pırıl pırıl parlayan bakır tencereler asılıydı. Mutfağın ortasında açık bir ocak ve hemen üstünde de kocaman bir davlumbaz vardı. Buzdolabını açarak bir parça peynirle bira aldı. Duvara dayalı tahta kutuların birinde ekmek buldu. Mutfak masasına oturarak hiçbir şey düşünmeden yemeğini yedi. Yemeğini bitirmek üzereyken Svedberg içeri girdi.
“Nyberg benimle konuşmak istediğini söyledi.”
“Muşambaların işi bitti mi?”
“Elimizden gelen en iyi şekilde kumu örtmeye çalışıyoruz. Martinson meteorolojiyi arayarak yağmurun daha ne kadar süreceğini sordu. Söylenilenlere göre yağmur gece boyunca yağacakmış. Sonra birkaç saat duracak ama yeniden başlayacakmış.”
Mutfağın zemininde Svedberg’in çizmelerinden akan sular yüzünden küçük bir göl olmuştu. Ne var ki Wallander’in içinden arkadaşına çizmelerini çıkarmasını söylemek gelmedi. Bu mutfakta Gustaf Wetterstedt’in ölümündeki gizemi bulabileceklerini pek sanmıyordu.
Svedberg masanın etrafındaki sandalyelerden birine oturarak mendiliyle saçlarını kurulamaya çalıştı.
“Bir zamanlar bana Kızılderililerin geçmişine ilgi duyduğunu söylediğini hayal meyal hatırlıyorum,” diye söze başladı Wallander. “Yanılıyor muyum yoksa?”
Svedberg ona şaşkınlıkla