“Genç kızın kendini neden öldürdüğüne ilişkin yeni bir bilgi var mı elinizde?” diye sordu doktor.
“Hayır.”
“O zaman otopsi yapmamıza gerek yok,” diye karşılık verdi doktor. “Bu, işleri daha da kolaylaştırır. Kurşunlu benzin kullanarak kendini yakmış.”
Wallander midesinin bulandığını hissetti. Genç kızın yanıp kül olmuş bedenini doktorun hemen yanındaymış gibi düşününce bulantısı daha da arttı.
“Kızın kim olduğunu bilmiyoruz,” dedi. “Hakkında net bir şey çıkarabilmemiz için onunla ilgili her şeyi öğrenmemiz gerekiyor.”
“Yanmış bir cesette bu sanıldığı kadar kolay değil,” dedi doktor sıradan bir sesle. “Kızın tüm derisi yanmış. Diş inceleme sonuçları henüz hazır değil. Ama dişleri sağlammış. Dolgu falan yoktu. Boyu bir metre altmış üç santim, bedeninde tek bir kırık kemik de yoktu.”
“Yaşını öğrenmem gerek. Bence bu en önemli unsurlardan biri.”
“Bunu öğrenmemiz birkaç gün daha sürebilir. Dişlerinden öğreneceğiz.”
“Bir tahmin yapabilir misiniz?”
“Yapmamayı yeğlerim.”
“Ben onu yirmi beş metre uzaktan gördüm,” dedi Wallander. “Bana kalırsa on yedi yaşındaydı. Yoksa yanılıyor muyum?”
Kadın doktor karşılık vermeden bir an düşündü.
“Tahminde bulunmaktan hoşlanmam,” dedi sonunda. “Ama bana sorarsanız daha gençti.”
“Neden?”
“Bunu tam olarak öğrendiğimde size de söylerim. Ama on beş yaşında çıkarsa sakın şaşırmayın.”
“On beş yaşında bir çocuk neden kendini yakmak istesin?” dedi Wallander. “Buna inanmakta zorlanıyorum.”
“Kendisini paramparça eden yedi yaşındaki bir kızın parçalarını daha geçen hafta bir araya getirmek zorunda kaldım,” diye karşılık verdi doktor. “Küçük kız her şeyi planlamış. Kendisinden başka kimseye zarar vermemek için özen göstermişti. Doğru dürüst yazamadığından da veda mektubu olarak bir resim çizmişti. Ayrıca dört yaşındaki bir oğlan çocuğunun babasından çok korktuğu için gözlerini oymaya çalıştığını duydum.”
“İnanılır gibi değil,” dedi Wallander. “Bu tür şeyler burada, İsveç’te olmaz sanırdım.”
“Ne yazık ki bu anlattıklarımın tümü de burada oldu. İsveç’te. Evrenin ortasında. Hem de bu güzel yaz günlerinde.”
Wallander gözlerinin yaşardığını fark etti.
“Kızın kim olduğunu öğrenemezseniz onu burada gömeriz,” diye sürdürdü sözlerini doktor.
“Bir şey sormak istiyorum,” dedi Wallander. “İnsanın kendisini yakması çok acı verici bir şey olmalı, değil mi?”
“İnsanlar bunun böyle olduğunu yüzyıllardan beri biliyor,” diye karşılık verdi doktor. “İşte bu yüzden de en kötü ceza ya da işkence unsuru olarak ateşi kullandılar. Jeanne d’Arc’ı yaktılar, büyücüleri yaktılar. Bu acının ne denli korkunç olduğunu tahmin bile edemezsiniz. Ayrıca umduğunuz kadar çabuk da bilincinizi yitirmezsiniz. Alevlerin arasından kaçma içgüdüsü, acıdan kaçma isteğinden çok daha fazladır. İşte bu yüzden de bilincinizi yitirmemek için zorlarsınız kendinizi. Sonra da sınıra gelirsiniz. Yanan sinirler bir süre için uyuşur. Bedenlerinin yüzde doksanı yanan kişilerin kısa bir süre acı hissetmediklerine ilişkin birçok örnek vardır. Ama bu uyuşukluk geçmeye başladığında…”
Doktor cümlesini tamamlamadı.
“Bir meşale gibi yandı,” dedi Wallander.
“Artık bunu düşünmemeye çalışın,” dedi doktor. “Ölümün bazen kurtarıcı bir özelliği vardır. Bunu kabul etmek istemesek bile bu böyledir.”
Telefon konuşması bittiğinde Wallander ceketini alıp evden çıktı. Rüzgâr çıkmıştı. Kuzeyden gelen kara bulutlar gökyüzünü kaplamaya başlamıştı. Emniyete giderken araç servis istasyonuna uğrayarak arabasının bakımı için randevu aldı. Emniyete gittiğinde saat üçü biraz geçiyordu. Danışmada durdu. Ebba birkaç gün önce banyoda düşerek elini kırmıştı. Wallander ona nasıl olduğunu sordu.
“Bu olay bana yaşlandığımı hatırlattı,” dedi Ebba.
“Sen asla yaşlanmayacaksın,” diye karşılık verdi Wallander.
“Teşekkür ederim, ama bu doğru değil.”
Wallander odasına giderken bilgisayarda çalışan Martinson’u görünce konuşmak için durdu.
“Yirmi dakika önce çalışmaya başladı. Ben de şimdi bize verilen kayıp listesindekilerden birine uyup uymadığına bakıyordum.”
“Kızın boyunun 1.63 olduğunu da ekle bu bilgilere,” dedi Wallander. “Ve yaşının da on beşle on yedi arasında olduğunu.”
Martinson ona hayretle baktı.
“On beş mi? Böyle bir şey olamaz, değil mi?”
“Doğru olmamasını dilerim. Ama şimdilik bunu bir olasılık olarak değerlendirmeliyiz. Harflere ilişkin çalışmalar nasıl gidiyor?”
“Henüz başlamadım. Ama bu akşam geç saatlere kadar kalıp çalışmayı düşünüyorum.”
“Kimliğini tespit etmeye çalışıyoruz,” diye hatırlatmada bulundu Wallander. “Bir kaçak aramıyoruz.”
“Bu akşam evde kimse yok zaten. Boş bir eve gitmeyi hiç sevmiyorum.”
Wallander, Martinson’un yanından ayrılarak Höglund’un odasının açık kapısından içeri başını uzattı. Ama oda boştu. Acil olayların ve tüm telefonların yanıtlandığı hole geri döndü. Höglund bir polisle oturmuş bir dosyayı inceliyordu.
“Bir şeyler bulabildin mi?” diye sordu Wallander.
“Daha dikkatle incelememiz gereken bir iki şey var,” dedi. “Bunlardan biri iki günden beri kayıp olan Tomelilla Üniversitesi’nde okuyan bir genç kız.”
“Bizim kızımızın boyu 1.63,” dedi Wallander. “Dişlerinde tek bir çürük bile yok. Yaşı da on beşle on yedi arasında.”
“O kadar genç mi?” diye sordu Höglund şaşkınlıkla.
“Evet,” diye karşılık verdi Wallander. “O kadar genç.”
“O zaman üniversitede okuyan kayıp kız olamaz,” dedi Höglund elini dosyanın üstüne koyarak. “Söz konusu olan bu kız yirmi üç yaşında ve uzun boylu.”
Dosyayı karıştırdı.
“Bir tane daha var,” diyerek ekledi. “Mari Lippmansson adında on altı yaşında bir kız. Burada Ystad’da yaşıyor ve bir fırında çalışıyor. Üç günden beri işe gitmemiş. Bizi fırının sahibi aradı. Kızı çok merak ettiğini söyledi. Kızın ebeveyniyse buna aldırmıyormuş.”
“Bu kızı biraz daha incele,” dedi Wallander arkadaşını yüreklendirmek istercesine.
Ama aradıklarının bu kız olmadığını biliyordu.
Bir fincan kahve alarak odasına gitti. Araba hırsızlarına ilişkin dosya yerde duruyordu. Bu evrakı zaman yitirmeden Svedberg’e vermesinin iyi olacağını düşündü. Aynı anda da tatile çıkmadan önce önemli bir suçun işlenmemesi için içinden dua etti.
Saat