Önündeki arabanın farları söndü. Wallander de kendi farlarını söndürdü. Kontrol panelinin üstündeki saat 01.25’i gösteriyordu. Birden bir el fenerinin ışığı ortalığı aydınlattı. Işık karanlıkta dans ediyor gibiydi. Wallander arabasının kapısını açıp dışarı çıktı. Soğuk hava yüzüne bir tokat gibi çarpmıştı. El fenerli adam birkaç metre ilerisinde duruyordu. Wallander onu hâlâ tam olarak göremiyordu.
“Rıhtıma gidelim,” dedi adam.
Belirgin bir İskandinav aksanıyla konuşuyordu. Wallander insanın bu aksanla tehdit edercesine konuşmasının olanaksız olduğunu geçirdi aklından. Bu kadar nazik başka bir aksan bilmiyordu.
“Neden?” diye sordu. “Neden rıhtıma gitmemiz gerekiyor?”
“Korkuyor musun?” dedi adam. “Rıhtımda bizi bekleyen bir tekne var.”
Arkasına dönerek rıhtıma doğru gitti, Wallander de onu izledi. Buz gibi bir rüzgâr esiyordu. Bir balıkçı teknesinin yanında durdular. Deniz ve yakıt kokusu yoğundu. Adam, Wallander’e feneri uzattı.
“Halata doğru tut feneri.”
Wallander adamı ancak o zaman doğru dürüst görebildi. Kırk yaşlarındaydı. Dışarıda çok zaman geçiren birinin sert yüz hatları vardı. Lacivert bir tulumla gri bir ceket giymişti. Adam halatı çözerek tekneye atladı. Gecenin karanlığında dümene doğru gitti. Wallander bekledi. Gaz lambası yandı ve adam güvertede belirdi.
“Tekneye hoş geldin,” dedi.
Wallander güvertenin buz gibi soğuk parmaklığına tutunarak tekneye atladı. Dümene dönen adamın arkasından gitti.
“Sakın düşeyim deme,” dedi adam. “Su çok soğuk!”
Dümenden makine dairesine giden adamı izledi. İçeride yoğun mazot ve yağ kokusu vardı. Adam gaz lambasını duvardaki bir kancaya astı.
Wallander adamın çok korktuğunu fark etmişti. Telaşlı bir hâli vardı. Wallander son derece rahatsız ve üstünde kirli bir battaniye olan ranzaya oturdu.
“Umarım sözünde durursun,” dedi adam.
“Ben her zaman sözümde dururum,” diye karşılık verdi Wallander.
“Kimse sözünde durmaz ama,” dedi adam. “Başıma gelebileceklerden kaygılanıyorum.”
“Adın ne?”
“Bunun bir önemi yok.”
“Ama kurtarma botundaki iki cesedi gördün, değil mi?”
“Görmüş olabilirim.”
“Görmeseydin bizi aramazdın.”
Adam ranzanın üstündeki kirli haritaya uzandı.
“İşte burada,” dedi parmağıyla göstererek. “İşte tam burada botu gördüm. Onu fark ettiğimde saat 14.00 civarıydı ve ayın on ikisiydi. Yani geçen salı. Botun nereden geldiğini anlamaya çalıştım ama beceremedim.”
Wallander kâğıt ve kalem bulabilmek için ceplerini karıştırdı ama bulamadı.
“Acele etme,” dedi Wallander. “Her şeye başından başlayalım. Botu fark ettiğinde tam olarak neredeydin?”
“Nerede olduğumu yazmıştım,” dedi adam. “Ystad’dan altı deniz mili uzaktaydım, güneye doğru gidiyordum. Bot ise kuzeybatı yönünden geliyordu. Onun tam konumunu yazmıştım.”
Wallander’e buruşuk bir kâğıt parçası uzattı. Rakamlar ona hiçbir şey ifade etmemesine karşın Wallander adamın doğru söylediğini fark etmişti.
“Kurtarma botu suda sürükleniyordu,” dedi adam. “Kar yağmasaydı fark etmezdim.”
Biz de fark etmezdik, diye geçirdi içinden Wallander. Adamın her birinci tekil şahıs kullanışında Wallander içgüdüsel olarak onun gerçeğin yalnızca bir kısmını anlattığını düşünüyordu.
“Bot teknenin iskele tarafına doğru sürükleniyordu,” diye sürdürdü konuşmasını adam.
“Onu çekme halatıyla İsveç kıyılarına doğru çektim, sonra da kıyıyı görünce bıraktım.”
Bu da bottaki halat parçasının nereden geldiğini açıklıyor, diye geçirdi içinden Wallander. Aceleleri vardı ve tedirgin olmuşlardı. Halatı koparmayı bile göze almışlar.
“Balıkçı mısın?”
“Evet.”
Hayır, diye geçirdi içinden Wallander. Yine yalan söylüyorsun ve çok kötü bir yalancısın. Neden korktuğunu doğrusu çok merak ediyorum.
“Eve dönüyordum,” dedi adam.
“Teknende mutlaka bir telsiz olmalı,” dedi Wallander. “Neden sahil güvenliği uyarmadın?”
“Geçerli bazı nedenlerim vardı.”
Wallander adamın korkularını gidermek zorunda olduğunu fark etti, aksi hâlde hiçbir şey öğrenemeyecekti. Güven duymalı, diye geçirdi içinden. Bana gerçekten güven duyabileceğini hissetmeli.
“Daha fazlasını öğrenmem gerekiyor,” dedi Wallander. “Burada söylenenleri soruşturmada kullanmam gerekecek ama bunları nereden duyduğumu hiç kimse bilmeyecek.”
“Kimse bir şey söylemedi. Kimse telefon etmedi.”
Wallander birden adamın kimliğini açıklamak istememesinin son derece basit bir açıklaması olduğunu fark etti. Martinson’la konuşurken adamın teknede yalnız olmadığını fark etmişti ama şimdi teknede kaç kişi olduklarını öğrenmek zorundaydı. Belki iki kişiydiler. Üç olamazdı, ikiden fazla olamazdı. Ve bu adam da o ikinci adamdan korkuyordu.
“Kimse telefon etmedi,” dedi Wallander. “Bu tekne senin mi?”
“Bunun ne önemi var?”
Wallander olanları yeniden düşünmeye başladı. Bu adamın bottaki cesetlerle uzaktan yakından bir ilgisi olmadığından artık emindi. Bu adam o sırada yalnızca bir rastlantı sonucu teknedeydi ve botu görünce onu kıyıya çekmişti. Bu da işleri kolaylaştırıyordu ama adamın neden bu kadar korktuğunu da bir türlü anlayamıyordu. Diğer adam kimdi?
Tam o sırada jetonu düştü. Kaçakçılar. Ya mülteci ya da içki taşıyorlardı. Bu tekne kaçakçılık işleri için kullanılıyordu. İşte bu yüzden de teknede balık kokusu yoktu.
“Botu gördüğünde denizde başka bir gemi var mıydı?”
“Hayır.”
“Bundan emin misin?”
“Sadece gördüklerimi anlatıyorum.”
“Ama daha önce tahmin ettiğini söylemiştin.”
Bu sözlere aldığı yanıt kesindi.
“Bot uzun zamandır denizde gibiydi. Denize yeni atılmış olamazdı.”
“Neden?”
“Çünkü çevresinde yosunlar oluşmaya başlamıştı.”
Wallander botu ilk kez inceldiğinde yosun gördüğünü hatırlamıyordu.
“Botu bulduğumuzda yosun falan yoktu.”
Adam kısa bir an düşündü.
“Botu kıyıya doğru çekerken yosunlar temizlenmiş olmalı. Çünkü suya batıp çıkıyordu.”
“Sence bot ne zamandan beri denizdeydi?”
“Bir