“Ah, yapma ya,” dedi Nöjd, göz kenarlarına örümcek ağı gibi kırışıklıklar yayılmıştı. “Ben de Stockholm’de bulundum. Adli psikiyatri kursuna katıldım. Olayların yüzde ellisinde doktorlar, hastalardan daha çatlak.”
“Anladığım kadarıyla Folke Bengtsson kesinlikle hastaydı. Sadistti, oldukça bağnazdı ve kadın düşmanıydı. Sigbrit Mård’ı tanıyor muydu?”
“Tanımak mı?” dedi Nöjd. “Evi onun evine iki yüz metreden daha yakın. Komşu sayılırlar. Kadın onun düzenli müşterilerinden biri. Ama en kötüsü bu değil.”
“Gerçekten mi?”
“Esas mesele şu ki, kadınla aynı anda postanedeymiş. Birbirleriyle konuştuklarını gören şahitler var. Bengtsson arabasını meydana park etmiş. Postane sırasında kadının arkasında duruyormuş ve ondan beş dakika sonra orayı terk etmiş.”
Anlık bir sessizlik oldu.
“Folke Bengtsson’u tanıyorsun yani,” dedi Nöjd.
“Evet.”
“Sence bunu yapmış olabilir mi…?”
“Evet,” dedi Martin Beck.
5
“Eğer tamamen dürüst olmam gerekiyorsa, ki her zaman öyleyim, Sigbrit öldü ve Folke için durum oldukça kötü görünüyor,” dedi Nöjd. “Tesadüflere inanmam ben.”
“Kocası hakkında bir şey demiştin?”
“Evet, doğru. Gemi kaptanı ama çok içki içiyor. Altı yıl önce tam olarak ne olduğu belirlenemeyen bir karaciğer hastalığına tutuldu ve onu Ekvador’dan eve gönderdiler. Kovmadılar ama doktorlar temiz sağlık raporu vermediği için bir daha gemiyle açılamadı. Yaşamak için buraya geldi, içmeye devam etti ve çok geçmeden de boşandılar. Şimdi adam Malmö’de yaşıyor.”
“Onunla iletişimin devam ediyor mu?”
“Evet. Maalesef. Yakın fiziki temasım var denebilir. Daha doğru ifade etmek gerekirse. Doğrusu, boşanmak isteyen Sigbrit’ti. Kocası karşıydı. Hem de sonuna kadar karşıydı. Sigbrit’in dediği oldu. Uzun zamandır evliydiler ama kocası çoğunlukla denizde, evden uzaktaydı. Eve senede bir kere geliyordu ve anlaşılan, öyleyken araları iyiydi. Ancak sonra sürekli bir arada yaşamaya başladıklarında tam felaket oldu.”
“Peki şimdi?”
“Şimdi mesele şu ki adam körkütük sarhoş olup dırdır etmeye geliyor. Ama dırdır edecek bir şey yok çünkü genellikle bir ayar çekmekle son buluyor.”
“Ayar çekmek mi?”
Nöjd kahkaha attı.
“Skåne’de,” dedi, “biz böyle deriz. Stockholm’de ne diyorlar? Pataklamak mı? Polis dilinde aile içi kavga. Ne kadar boktan bir ifade şu aile içi kavga. Neyse, iki kere oraya gitmek zorunda kaldım. Birincisinde adamla mantıklı bir şekilde konuşup onu sakinleştirdim. İkinci sefer o kadar kolay olmadı. Ona vurmak ve onu havalı hücremize getirmek zorunda kaldım. Sigbrit o sefer bayağı perişan görünüyordu. Gözleri mosmor, boğazında çirkin parmak izleri.”
Nöjd aslan avcısı şapkasını dürtükledi.
“Bertil Mård’ı tanıyorum. Arada çıldırır ama göründüğü kadar kötü biri olduğunu sanmıyorum. Bence Sigbrit’i seviyor da. Bir de kıskanıyor, elbette. Gerçi kıskanması için ortada bir şey yok. Sigbrit’in seks hayatı hakkında hiçbir şey bilmiyorum, hatta öyle bir hayatın varlığından bile şüpheliyim. Buralarda herkes, herkes hakkında her şeyi bilir. Ama herhalde en çok ben bilirim.”
“Mård ne diyor peki?”
“Malmö’de onu sorguya aldılar. Ayın 17’si için iyi bir tanığı var. O gün Kopenhag’da olduğunu iddia ediyor. Tren feribotuna binmiş, Malmöhus ama…”
“Onu kimin sorguya çektiğini biliyor musun?”
“Evet. Başkomiser Månsson diye biri.”
Martin Beck, Per Månsson’u yıllardır tanırdı ve ona çok güvenirdi. Boğazını temizledi.
“Bir başka deyişle, işler Mård için de pek iç açıcı görünmüyor.”
Nöjd cevap vermeden önce biraz daha köpeğini kaşıdı.
“Hayır,” dedi. “Ama Folke Bengtsson’dan çok daha iyi durumda.”
“Eğer herhangi bir şey olmuşsa.”
“Kadın ortadan kayboldu. Bu bana yeter. Hiç kimse mantıklı bir açıklama getiremiyor.”
“Bu arada kadının dış görünüşü nasıl?”
“Şu anki görünüşü, pek düşünmek istemediğim bir şey,” dedi Nöjd.
“Hemen çıkarıma varıyor gibisin?”
“Evet, öyleyim. Ama ben fikrimi söylüyorum. Normalde, şöyle görünüyor.”
Elini arka cebine sokup iki fotoğraf çıkardı, birisi pasaport fotoğrafıydı, diğeri de büyütülmüş bir renkli fotoğraf.
Nöjd fotoğraflara bakıp ona uzattı.
“İkisi de güzel,” diye yorum yaptı. “Bence dış görünüşü gayet normalmiş. Çoğu insan gibi. Bayağı çekici tabii ki.”
Martin Beck fotoğrafları uzun uzun inceledi. Nöjd’ün bunları onun gibi görebildiğini sanmıyordu ki tabii ki bu pek de mümkün değildi.
Sigbrit Mård hiç de çekici değildi. Bayağı sıradan, çirkin bir kadındı. Ama dış görünüşünü güzelleştirmek için elinden geleni yaptığı belliydi, bu da genelde talihsiz sonuçlara yol açardı. Yüz hatları biçimsiz, dar ve çıkıktı ve suratı kaygı doluydu. Bugünlerdeki çoğu fotoğraf gibi, pasaport fotoğrafı bir Polaroid ya da otomatik kabinde çekilmemişti. Fotoğrafçıda çekilmiş bir vesikalıktı. Saçını ve makyajını yapmak için çok özen göstermişti ve fotoğrafçı ona kesinlikle aralarından seçmesi için birçok pozunu vermişti. Diğer fotoğrafı amatör çekimdi, makinede çoğaltılmamıştı. Büyütülmüş ve elle rötuş yapılıp portreye dönüştürülmüştü. Kadın bir rıhtımda dikiliyordu ve arka planda iki bacalı bir yolcu vapuru duruyordu. Doğal olmayan bir bakışla güneşe dönüktü, kendini güzel gösterdiğini zannettiği bir poz veriyordu. Üstünde kolsuz, ince yeşil bir bluz ve pilili mavi bir etek vardı. Bacakları çıplaktı, sağ omzuna turuncumsu kocaman bir yazlık çanta takmıştı. Ayaklarında apartman topuk ayakkabı vardı. Sağ ayağı hafifçe öne doğru, topuğu yerden kalkmış şekilde duruyordu.
“Bu pozu daha yakın zamana ait,” dedi Nöjd. “Geçen yaz çekilmiş.”
“Kim çekmiş?”
“Bir kız arkadaşı. Birlikte seyahate gitmişlerdi.”
“Anladığım kadarıyla Rügen’e. Şu arka plandaki Sassnitz tren feribotu değil mi?”
Nöjd çok etkilenmişti.
“Vay, nereden bildin?” dedi. “Personel sıkıntısı çektiklerinden pasaport kontrol noktasında nöbetçiydim ve o vapurları birbirinden ayırt edemezdim. Ama haklısın. Bu arkadaki Sassnitz ve Rügen’e çıktılar. Gidip tebeşir kayalıklarına bakabilir, Komünistleri izleyebilirsin falan. Gayet sıradan görüntüler. Oraya gidenlerin çoğu hayal kırıklığıyla dönüyor. Günübirlik gezinti sadece birkaç kron.”
“Bu fotoğrafı nereden aldın?”
“Evini