“Evet,” dedi Kollberg.
Ekmekçi yavaşça arabaya doğru yürüdü, eğildi, Kollberg’e yan camdan bakıp kahkaha atmaya başladı. Sonra bagajın arkasından dolaştı, kaldırıma çıktı. Martin Beck’in oturduğu tarafın kapısını açtı, aşağı eğildi ve bir daha içten bir kahkaha attı.
Martin Beck ve Kollberg sessizce oturup adamın kahkahasını izlediler, esasında başka ne yapacaklarını bilmiyorlardı.
Ekmekçi nihayet gülme krizini sonlandırdı.
“Evet, yani,” dedi, “sonunda rütbenizi mi aldılar elinizden? Yoksa bir çeşit kostümlü parti mi bu?”
Martin Beck iç geçirip arabadan indi. Arka kapıyı açtı.
“Bin bakalım, Lindberg,” dedi. “Seni Västberga’ya bırakırız.”
“Gayet iyi olur,” dedi Ekmekçi uysalca. “Eve daha yakın.”
Södra polis merkezine giderken Ekmekçi onlara Råsunda’da erkek kardeşini ziyarete geldiğini anlattı, ki yakınlardaki başka bir devriye aracı tarafından bu bilgi hemen teyit etildi. Dairede silah, para ya da çalıntı mal bulunamamıştı. Ekmekçi’nin üstünden 27 kron çıktı.
On ikiye çeyrek kala onu serbest bırakmak zorunda kaldılar, Martin Beck ve Kollberg de eve gitmeyi düşünebildi.
“Sizin bu kadar komik olabileceğiniz aklımın ucundan geçmezdi,” dedi Ekmekçi yanlarından ayrılmadan önce. “Özellikle şu kostümlü kısım, bayağı komikti. Ama en sevdiğim bölüm, arabanızın arkasında PIG yazdığını görmek oldu. Ben bile daha iyisini düşünemezdim.”
Onlar çok eğlenmiyordu ancak adamın gırtlaktan çıkan kahkahası merdivenlerde yankılanıyordu. Neredeyse Gülen Polis’e benzemişti.
Günün sonunda, pek bir şey fark etmedi aslında. Onu er ya da geç yakalayacaklardı. Ekmekçi, her zaman yakalanan tiplerden biriydi. Bizim polislerinse, yakında düşünecek başka meseleleri olacaktı.
3
Havaalanı tam bir rezaletti ve adının çıktığı kadar vardı. Stockholm’deki Arlanda Havaalanı’ndan uçuş sadece elli dakika sürmüştü fakat uçak şu anda, bir buçuk saattir ülkenin güney bölgesinin üzerinde daireler çiziyordu.
Bunun kısa ve öz bir açıklaması vardı: Sis.
Bu da beklenilen bir şeydi çünkü havaalanı, orada ikamet edenler boşaltıldıktan sonra, İsveç’in en sisli noktalarından birine inşa edilmişti. Bu da yetmezmiş gibi, meşhur bir göçmen kuş rotasındaydı ve şehre oldukça uzak bir mesafedeydi.
Üstelik kanunlar tarafından korunması gereken doğal güzellikler de tahrip edilmişti. Kapsamlı, tamiri imkânsız bir hasardı, ağır çevre suçuydu bu. Kendini İnsani Toplum denilen şeyle açığa vuran, insanlık düşmanı sinizm için tipik bir durum. Bu insani toplum ifadesi, öyle tuhaf bir ifadeydi ki sıradan vatandaşın idrak etmesi mümkün olamıyordu.
Pilot nihayet yoruldu, sis olsun olmasın, uçağı indirdi ve bir avuç beti benzi atmış, terli yolcu terminal binasına girdi.
Terminalde dikkat çeken gri ve safran sarısı renkler buradaki yozlaşma ve beceriksizliği tam yansıtıyordu.
Martin Beck’in önünde daha saatler vardı. Uçmaktan her zaman nefret ederdi ve bu yeni uçaklar da durumu iyileştirmiyordu. Bindiği jet DC-9’du. Hızlı bir şekilde, ortalama bir insanın kavrayamayacağı bir yüksekliğe ulaştı. Soyut bir hızda kırsal üstünden geçip tekdüze bir duruşa ulaştı. Kâğıt bardaklardaki sıvıların kahve olduğu söylendi ve anında mideleri bulandırdı. Kabinin içindeki hava yapış yapış ve zehirleyiciydi, Martin Beck’in birlikte yolculuk ettiği insanlar acelesi olan teknoloji uzmanları ya da iş adamlarıydı, durmadan saatlerine bakıyor, evrak çantalarındaki kâğıtları karıştırıyorlardı.
İç hatlar geliş salonuna rahatsız bile denemezdi: Korkunçtu, bir tasarım felaketiydi, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdeki tozlu bir otobüs durağı bile buraya nazaran daha canlı, daha insancıldı. Bir sosisli sandviç standından, yenilemez, besin değerinden yoksun, yemek demeye bin şahit isteyen şeyler servis ediliyordu, ayrıca kondomları ve dergileri sergilemiş bir gazete bayisi, bavullar için birkaç boş konveyör, kemerler ve İspanyol Engizisyonu’nun altın çağında tasarlansa yeridir denecek biçimde koltuklar yer alıyordu. Bunların üstüne, hiçbiri kendi iradesiyle orada olmayan, esneyen bir düzine polis, sıkıntıdan patlayan gümrük memuru ve sürücüsü direksiyonun üstünde bir porno dergisi açık kalmış halde uyuklayan bir taksi ekleyin, işte manzara tamamdı.
Martin Beck akıl almayacak derecede uzun bir süre küçücük valizini bekledikten sonra, valizi kemerin üstünden aldı ve sonbahar sisine adımını attı.
Bir yolcu taksiye bindi ve taksi uzaklaştı.
Geliş terminalinde hiç kimse bir şey demedi ya da onu tanıdıklarını belli edecek bir şeye yeltenmedi. Duygusuz görünüyorlardı, sanki konuşma yetisini ya da bu yetiyi kullanma isteklerini kaybetmiş gibiydiler.
Cinayet Büro şefi gelmişti ama kimse bu olayın ehemmiyetinin bilincinde değil gibiydi. En açgözlü çaylak gazeteciler bile, hayatlarını kart oyunları, aşırı haşlanmış sosisler ve petrokimyasallarla dolu meşrubatlarla zenginleştirmek için buraya gelme zahmetine katlanmamıştı. Neyse, sözde ünlüler asla burada görünmezdi.
Terminalin önünde iki turuncu otobüs duruyordu. Plastik tabelalarda gittikleri istikamet yazıyordu: Lund ve Malmö. Sürücüler sessizce sigaralarını içiyordu.
Gece ılık, hava nemliydi. Lambaların etrafını puslu haleler sarıyordu.
Otobüslerden biri boştu, diğeri de tek bir yolcuyla hareket etti. Diğer yolcular uzun süreli park alanına doğru aceleyle yürüdü.
Martin Beck’in avuçları hâlâ terliydi. Tuvalete girdi. Klozetin sifonu bozuktu. Pisuvarda yarısı yenmiş bir sosisli sandviç ve boş bir votka şişesi duruyordu. Lavabodaki yağlı kir tabakasının arasına saç telleri sıkışmıştı. Kâğıt havluluk bomboştu.
İşte Malmö’deki Sturup Havalimanı böyle bir yerdi. O kadar yeniydi ki daha tamamlanmamıştı.
Martin Beck burayı tamamlamanın bir anlamı olacağını düşünmüyordu. Bir bakıma daha şimdiden tam da mükemmel bir fiyaskonun canlı timsaliydi.
Martin Beck kumaş mendiliyle ellerini kuruladı. Tekrar dışarı çıkıp bir an karanlıkta dikildi, kendini yalnız hissetti. Elbette iç hatlar geliş salonunda polis bandosunu ya da yerel emniyet amirinin onu at üstünde karşılamaya gelmesini beklemiyordu.
Yine de bir hiçten fazlasını bekliyordu.
Cebinde bozuk para aradı ve ahizeyle arasındaki kablo kesilmemiş ya da bozuk para atma bölmesine ciklet tıkılmamış bir ankesörlü telefon aramayı düşündü.
Sisin arasından ışıklar belirdi. Siyah beyaz bir devriye aracı yavaşça rampayı çıkıp safran sarısı devasa kutunun giriş kapısına doğru yaklaştı.
Araba yavaş hareket ediyordu ve yalnız başına duran yolcuyla aynı hizaya gelince durdu. Yan cam açıldı ve kısacık favorili, kızıl saçlı bir adam ona soğuk soğuk baktı.
Martin Beck hiçbir şey demedi.
Bir iki dakika sonra adam elini kaldırıp parmağıyla onu işaret etti. Martin Beck arabaya doğru yürüdü.
“Burada ne diye takılıyorsun böyle?”
“Araç bekliyorum.”
“Araç mı bekliyorsun! Yok canım!”
“Belki sen bana yardım