“Doğru hatırlıyorsam, motelde kalmak istemişsin,” dedi Nöjd.
“Evet, bu iyi olur.”
“Neyse, sana bir oda ayırttım.”
“Güzel.”
Önlerinde küçük bir kasabanın ışıkları belirdi.
“Geldik zaten,” dedi Nöjd. “Burası Anderslöv.”
Sokaklar boştu ama iyi aydınlatılmıştı.
“Burada gece hayatı yoktur,” dedi Nöjd. “Sessiz ve huzurlu. Hoş. Bütün ömrüm boyunca burada yaşadım ve en ufak bir şikâyetim olmadı. Şimdiye değin.”
Tıpkı ölü bir kasaba gibi, diye düşündü Martin Beck. Ama belki de sadece öyle görünüyordu.
Nöjd yavaşladı ve alçak, sarı tuğlalı bir binayı gösterdi.
“Polis merkezi,” dedi. “Tabii ki şu anda kapalı. İstersen açabilirim ama.”
“Benim için açma.”
“Motel hemen şu köşede. Az önce yanından geçtiğimiz bahçe motele ait. Ama restoran bu saatte açık değil. İstersen benim evime gideriz, sandviç yer, bira içeriz.”
Martin Beck aç değildi. Uçak yolculuğu iştahını kapatmıştı. Kibarca bu teklifi geri çevirdi. Sonra şöyle dedi:
“Deniz kıyısına uzak mıyız?”
Yanındaki adam bu soruya hiç şaşırmadı. Belki de Nöjd kolay kolay şaşırtılan bir adam değildi.
“Hayır,” dedi. “Pek uzak denemez.”
“Arabayla gitmek ne kadar sürer?”
“On beş dakika. En fazla.”
“Sakıncası yoksa gidebilir miyiz?”
“Hiç yok.”
Nöjd arabayı ana caddeye benzeyen bir yola doğru çevirdi. “Burası kasabanın en canlı yeri,” dedi. “Ana Cadde. Önceden Malmö’den Ystad’da giden ana yol burasıydı. Sağa saptığımızda Ana Cadde’nin güneyinde olacağız. İşte o zaman gerçekten Skåne’desin demektir.”
Yan yol dolambaçlıydı ama Nöjd aynı güvenle arabayı sürdü. Çiftlik ve beyaz kiliselerin yanından geçtiler.
On dakika sonra deniz kokusu alınıyordu. Birkaç dakika sonra deniz kıyısındaydılar.
“Durmamı ister misin?”
“Evet, lütfen.”
“Girip yürümek istersen bagajda yedek lastik çizmem var,” dedi Nöjd ve kıkırdadı.
“Teşekkürler, çok isterim.”
Martin Beck lastik çizmeleri ayağına geçirdi. Biraz sıktı ama fazla uzun dolanmayı planlamıyordu.
“Şu anda tam olarak neredeyiz?”
“Böste’de. Sağ tarafta gördüğün şu ışıklar Trelleborg’a ait. Soldaki deniz feneriyse Smygehuk. Ondan daha ileriye geçemiyorsun.”
Smygehuk, İsveç’in en güney noktasıydı.
Işıklardan ve gökyüzüne vuran yansımasından anlaşıldığı kadarıyla Trelleborg, büyük bir şehir olmalıydı. Işıl ışıl bir yolcu feribotu limana doğru ilerliyordu, muhtemelen Doğu Almanya’daki Sassnitz’den gelen tren feribotuydu bu.
Baltık Denizi, kıyıya huzursuzca vuruyordu. Sular yumuşak bir tıslamayla incecik kumların altına doğru geçiyordu.
Martin Beck hafifçe salınan yosun tabakasına basıp suya doğru iki adım attı. Çizmenin arkasından sular hoş bir serinlikte hissediliyordu.
Martin Beck öne eğildi, avuçlarını birleştirip suyla doldurdu. Yüzüne vurdu, soğuk suyu burnuna çekti. Taze ve tuzluydu.
Hava nemliydi. Yosun, balık ve zift kokuyordu.
Metrelerce ötede kuruması için asılmış balık ağlarını ve bir balıkçı teknesinin silüetini görebiliyordu.
Kollberg hep ne derdi?
Cinayet Masası’nın en iyi yanı; ara sıra da olsa şehir dışına çıkabiliyorsun.
Martin Beck başını kaldırıp kulak kabarttı. Tek duyabildiği denizdi.
Bir süre sonra arabaya yürüdü. Nöjd kaputa yaslanmış sigara içiyordu. Martin Beck başıyla işaret verdi.
Vaka dosyasına sabah bakacaktı.
Fazla umutlu değildi. Bu işler genelde rutindi. Aynı hikâyeler temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp sunulurdu, genellikle trajik ve depresif olurlardı.
Denizden esen rüzgâr yumuşak ve serindi.
Karanlık ufukta bir yük gemisi geçti. Batıya doğru. Martin Beck yeşil sancak fenerini ve geminin bazı ışıklarını seçebiliyordu.
Yurt dışında olmaya hasretti.
4
Martin Beck gözlerini açar açmaz kendine geldi. Oda az mobilyalı ama yine de hoş görünüyordu. Kuzeye bakan iki tane yatak vardı. Yataklar bir metre arayla paralel konmuştu. Bir tanesinde Martin Beck’in valizi açık duruyordu, diğerindeyse kendisi uzanıyordu. Uyuyakalmadan önce yarım sayfa ve resim altı iki yazı okuduğu kitap yerde açık duruyordu. Kitap, “Tarihin Meşhur Yolcu Gemileri” serisinden Dört Pervaneli Turboelektrikli Gemi: Normandie idi.
Martin Beck saate baktı. Yedi otuz. Dışarıdan bölük pörçük araba ve insan sesleri geliyordu. Binanın bir yerinde birisi sifonu çekmişti. Bir değişiklik vardı. Martin Beck hemen anladı. Pijamalarıyla uyumuştu, sadece seyahatteyse böyle yapardı.
Kalktı, pencere kenarına yürüyüp dışarı baktı. Hava güzel görünüyordu. Motelin arkasındaki çimenlikte güneş parlıyordu.
Martin Beck çabucak duşunu alıp giyindi ve alt kata indi. Bir an kahvaltı etmeyi düşündü ama bundan hemen vazgeçti. Sabahları bir şey yemekten hiçbir zaman hoşlanmazdı, özellikle de çocukken annesi evden çıkmadan önce ona zorla kakao içirip ağzına üç sandviç tıkıştırdığı günlerde. Okul yolunda çoğunlukla kusardı.
Kahvaltı yerine pantolonunun cebinde bir kron bozukluk buldu ve girişte duran slot makinesine attı. Kolu çekti, üç vişne yan yana gelince Martin Beck kazancını cebe indirdi. Sonra binadan ayrıldı, parke taşı döşenmiş meydanı çaprazlama geçti, tekeli geçti, henüz açık değildi, iki köşeyi dönünce kendini polis merkezinde buldu. Gönüllü itfaiyeciler görünüşe göre, hemen bitişikteki binadaydı, çünkü binanın ön kısmına bir itfaiye arabası yanaşmıştı. Martin Beck geçebilmek için döner merdiven mekanizmasının altından sürünmek zorunda kaldı. Yağlı tulum giymiş bir adam, itfaiye arabasını tamir ediyordu.
“Selam, nasılsın?” dedi neşeyle, tüm İsveç resmiyeti kurallarını hiçe saymıştı.
Martin Beck şaşkınlık içindeydi. Burası kesinlikle klasik bir kasaba değildi.
“Merhaba,” dedi.
Polis merkezinin kapısı kilitliydi ve cama bantla yapıştırılmış kartona birisi kalemle şöyle yazmıştı:
Mesai Saatleri
Hafta içi 8.30-12.00
13.00-14.30
Ayrıca perşembeleri 18.00-19.00
Cumartesileri kapalıdır.
Pazar gününden bahsedilmiyordu. Herhalde pazar günleri suç işlenmiyordu, hatta belki de yasaktı.
Martin Beck bu tabelaya bakarken düşünceliydi.