Herkes kim olduğunu anında gördü.
Gunvald Larsson.
Ardından ışıklar yandı.
Özel ekip nutku tutulmuş vaziyette oturuyordu.
İlk konuşan Emniyet Genel Müdürü oldu.
“Bunlar kesinlikle dışarı sızmamalı.”
Doğal olarak. Hiçbir şeyin sızmasına asla izin yoktu.
Emniyet Müdürü Malm tiz bir sesle şöyle dedi: “Kesinlikle, bunun tek bir parçası bile sızmamalı.”
Kollberg burnunu sıkarak güldü.
“Bu nasıl olmuş olabilir?” diye sordu Buldozer Olsson.
O bile afallamış hâldeydi.
“Eh,” dedi film uzmanı, “teknik bir açıklaması olabilir. Kameranın düğmesi takılmış olabilir ve çekim, başlaması gerekenden sonra başlamış olabilir. Bunlar, biliyorsunuz, hassas cihazlar.”
“Eğer gazetelerde tek kelime görürsem,” diye kükredi Emniyet Genel Müdürü, “o zaman…”
“… o zaman Bakanlık yeni bir büro halısı daha ısmarlar herhâlde,” dedi Gunvald Larsson. “Belki bir çeşit ahududu çeşnilisi vardır.”
“Şahane giyinmiş,” diye gülmesini bastırdı Kollberg.
Emniyet Genel Müdürü soluğu kapıda aldı. Müdür Malm da arkasından gitti.
Kollberg nefesini tuttu.
“Bununla ilgili ne yorum yapılabilir ki?” dedi Buldozer Olsson.
“Ben diye demiyorum,” dedi Gunvald Larsson, “bence gayet güzel bir filmdi.”
10
Kollberg kendini toplayıp şimdilik patronu olarak görmek zorunda olduğu kişiye şüpheyle baktı.
Buldozer Olsson, özel ekibin kilit ismiydi. Banka soygunlarının müptelasıydı ve geçen yıl bu tür olayların çığ gibi yükselmesinden sonra daha önce olmadığı kadar popülerleşmişti. Tüm enerji ve fikirler hep ondan geliyordu. Her hafta, bir kez bile şikâyet etmeden, depresyona girmeden ve hatta gözle görünür şekilde yorgun düşmeden günde on sekiz saat çalışabiliyordu. Zaman zaman bitkin meslektaşları, üstüne çok konuşulan, İsveç Suç Teşkilatı denen o bozulmuş örgütün yöneticisi olup olmadığını merak ederlerdi. Buldozer Olsson’a göre, polis olmak hayal edilebilecek en heyecanlı ve keyif verici şeydi.
Bunu düşünmesinin sebebi şüphesiz, kendisinin polis olmamasıydı.
Kördüğüm olmuş silahlı banka soygunlarının hazırlık soruşturmalarından sorumlu bölge savcısıydı. Bu olaylardan biri çözülmek üzereydi ve birkaç sanık gözaltındaydı, hatta kimilerinin duruşması başlamıştı. Fakat şimdi olaylar öyle bir noktaya gelmişti ki silahlı soygunlar haftada birkaç kez yaşanıyordu ve herkes bir şekilde ve bir bakıma bu olayların bağlantılı olduğunu düşünüyordu ama kimse bir şey diyemiyordu.
Dahası bankalar tek hedef değildi. Vatandaşlara saldırıda da inanılmaz bir artış yaşanıyordu. Günün ve gecenin her saati, insanlar şehrin sokaklarında ve meydanlarında, kendi mağazalarında, metroda ya da evlerinde, kısacası her an ve her yerde saldırıya uğruyordu. Fakat banka soygunları bunlar içinde açık ara en ciddi olanıydı. Toplumun bankasını işgal etmek, toplumun temeline bir hakaret anlamına geliyordu.
Mevcut sosyal sistem açıkça pek iyi değildi ve işlevini yerine getiremiyordu. Emniyet için bu bile söylenemezdi. Son iki yılda, sadece Stockholm’de 220.000 adli vaka soruşturması rafa kalkmıştı ve en ciddi suçlar da dâhil yalnızca çeyreği çözülmüştü.
Hâl böyleyken bunda sorumluluk taşıyanların da başlarını iki yana sallayıp düşünceli görünmek dışında elinden gelen bir şey yoktu. Uzun bir süredir herkes birbirini suçluyordu ve artık suçlanacak kimse kalmamıştı. Yakın zamanda öne sürülen tek yapıcı öneri bira tüketiminin yasaklanmasıydı. İsveç zaten bira tüketiminin düşük olduğu bir ülke olduğu için ülkenin en yüksek otoritelerinin sözde temsilcilerinin gerçeklerden ne kadar kopuk olduğunu buradan anlamak kolaydı.
Ne var ki bir şey açıktı. Polis suçu sadece kendinde arayabilirdi. 1965 yılındaki ulusallaştırılma hareketinden sonra artık bütün teşkilat tek çatı altında toplanmıştı ve bu çatının daha en başından beri yanlış taban üstünde kurulduğu belliydi.
Uzun zamandır birçok analist ve araştırmacı, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün yürüttüğü felsefenin ne olduğunu soruyordu kendilerine. Tabii ki bu cevapsız kalan bir soruydu. Emniyet Genel Müdürü, hiçbir şeyin dışarı sızmasına asla izin verilmemesine ilişkin öğretiyle uyumlu olarak prensip olarak hiçbir şeye cevap vermezdi.
Öte yandan konuşma yapmaya bayılırdı, bu konuşmalar da safi güzel söz söyleme sanatlarından oluşurken tamamen sıkıcıydı.
Birkaç sene önce polis kuvvetinde birisi, suç istatistiklerini manipüle etmenin bir yolunu keşfetmişti. Kullanılan yöntemler basit olsa da ilk bakışta bariz değildi ve doğrudan uydurma olmasalar da yine de tamamen yanıltıcıydı. Hepsi daha militan ve homojen bir polis teşkilatı yaratma, genel anlamda daha geniş teknik kaynaklara ve daha fazla ateşli silaha sahip olma talepleriyle başlamıştı. Bunu başarmak için polislerin yüz yüze geldiği tehlikelerin abartılması gerekliydi. Kelimeler politik açıdan yeterince etkili olmadığından başka bir yönteme, yani istatistiklerin manipülasyonuna başvurmak gerekliydi.
Bu noktada altmışların ikinci yarısındaki siyasi gösteriler muhteşem olanaklar yaratmıştı. Barış isteyen göstericiler, şiddet kullanılarak bastırılmıştı. Ellerindeki afişler ve fikirleri dışında silahlanmamış bu vatandaşlar, göz yaşartıcı bomba, tazyikli su ve plastik coplarla dağıtılmıştı. Arbede ve kaosla sona ermeyen, şiddet içermeyen gösterilerin sayısı çok azdı. Kendilerini savunmaya çalışan insanlar hırpalanmış, tutuklanmış ve ‘polise saldırmaktan’ ya da ‘tutuklanmaya direnmekten’ dava edilmişlerdi. Tüm bu bilgiler de istatistiklere eklendi. Yöntem kusursuz bir şekilde işlemişti. Bir gösteriyi ‘kontrol’ etmek için ne zaman birkaç yüz polis gönderilse, polise karşı sözde saldırıların rakamları tavan yapmıştı. Üniformalı polisler tabiri caizse ‘yumruklarını çıkarmamaya’ teşvik edildi ki polis memurlarının en severek başvurduğu düzen biçimiydi bu. Bir ayyaşa copla vurursan, onun da sana vurma ihtimali her zaman oldukça yüksektir.
Basit bir dersti bu, herkes öğrenebilirdi.
Bu taktikler işe yaramıştı. Şimdi artık İsveç polisi tepeden tırnağa silahlıydı. Kurşun kaleme ve bir parça sağduyuya sahip tek bir insanın çözebileceği durumlar birdenbire, otomatik silahlar ve kurşungeçirmez yelekle kuşanmış polislerle dolu bir otobüs gerektiriyordu.
Gelgelelim uzun vadede ortaya çıkan sonuç, kimsenin öngörmediği bir şeydi. Şiddet yalnızca antipati ve nefreti değil aynı zamanda güvensizliği ve korkuyu da besliyordu.
Sonunda, olaylar öyle bir hâl almıştı ki insanlar artık birbirinden korkmaya başlamıştı ve Stockholm dehşete kapılmış on binlerce insanla dolu bir şehir hâline gelmişti. Korkan insan, tehlikeli insandı.
Birdenbire, altı yüz memurun çoğu, sahiden de korktukları için istifa etmişti. Evet, her ne kadar tepeden tırnağa silahlanmış olsalar da ve çoğu zaman sadece arabalarının içinde aylaklık etseler de.
Birçoğu, ya buradan artık hoşlanmadıkları için ya da artık uygulamaları gereken muameleden tiksinmeleri