Martin Beck bir süre konuşmadan oturdu. Bu noktada şöyle demeliydi: “Sevgili genç hanım, bu rapor patoloji uzmanlarına hitaben yazılmadı, farklı bir kesim okuyacak. Ne de olsa Büyükşehir Emniyeti talep etmiş, bir polis komiserinin anlayabileceği kelimeler kullanılarak yazılmalıydı.” Ama demedi. Neden? Düşünceleri doktor tarafından yarıda kesildi: “Alo, orada mısınız?”
“Evet, buradayım.”
“Özellikle sormak istediğiniz bir şey mi vardı?”
“Evet. Öncelikle intihar olduğu varsayımınızın dayanağını öğrenmek istiyorum.”
Doktor kadın cevap verdiğinde, sesinde bir şaşkınlık gizliydi. “Sevgili Başkomiserim, bize bu ceset polisten geldi. Otopsi yapmadan önce, soruşturmadan sorumlu olduğunu düşündüğüm polis memuruyla bizzat telefonda konuştum. Bunun rutin bir iş olduğunu söyledi. Cevaplanmasını istediği tek soru vardı.”
“Neymiş?”
“Bu kişi intihar etmiş mi, etmemiş mi?”
Sinirlenen Martin Beck, parmak boğumlarını göğsüne sürttü.
Kurşunun girdiği yer bazen acıyordu. Ona bunun psikosomatik olduğu söylenmişti, bilinçaltı geçmişle ilişiğini kestiğinde bu acı da geçecekmiş. Tam şu andaysa, onu büyük ölçüde sinir eden şey, şimdiydi. Aslında bu da bilinçaltının hiç ama hiç ilgi duymadığı bir şeydi.
Basit bir hata yapılmıştı. Otopsi, polisten en ufak bir ipucu alınmadan yapılmalıydı. Adli tıp uzmanlarına, şüpheli ölüm sebebini sunmak küçük çapta bir yetki aşımıydı, özellikle de bu durumda olduğu gibi patoloji uzmanı genç ve tecrübesizse.
“Memurun adını biliyor musunuz?”
“Dedektif Komiser Aldor Gustavsson. Sanırım davadan o sorumlu. Tecrübeli ve işini bilen birine benziyordu.”
Martin Beck Dedektif Komiser Aldor Gustavsson hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Dedi ki: “Yani polis size bazı talimatlar mı verdi?”
“Öyle de denebilir, evet! Her hâlükârda polis, olayın şüpheli bir intihar meselesi olduğunu açıkça belirtti.”
“Anladım.”
“İntihar demek, bildiğiniz üzere, birisinin kendini öldürdüğü anlamına gelir.”
Beck bir cevap vermedi. Bunun yerine şöyle dedi: “Otopsiyi yapmak zor muydu?”
“Pek sayılmaz. Kapsamlı organik değişimler haricinde tabii. Bu, her zaman işimizi karmaşıklaştıran bir etken olur.”
Martin Beck, kadının kaç otopsi yaptığını merak etti ama yorum yapmaktan kaçındı. “Uzun sürdü mü?”
“Pek değil. İntihar mı, bir akut hastalık sorunu mu diye bakmak için göğüs kafesini açmakla başladım.”
“Neden?”
“Çünkü merhum yaşlıca bir adamdı.”
“Neden ölümün ani olduğunu düşündünüz?”
“Polis memuru bana öyle olduğu izlenimini verdi.”
“Nasıl?”
“Hatırladığım kadarıyla doğrudan meseleyi anlatarak.”
“Ne dedi?”
“‘İhtiyar ya canına kıydı ya da kalp krizi geçirdi.’ Bu tarz bir cümle kurdu.”
Bir başka yanlış çıkarım daha; saçını başını yolacaktı! Svärd’ın ölmeden önce felçli ya da çaresizce, günlerce orada kalmış olabileceğini gösteren hiçbir kanıt yoktu.
“Yani göğsünü açtınız.”
“Evet, ve sorunun cevabı hemen ortaya çıktı. Hangi seçeneğin doğru olduğuna dair şüphe kalmadı.”
“İntihar mı?”
“Tabii ki.”
“Hangi şekilde?”
“Kendini kalbinden vurmuş. Kurşun hâlâ göğüs kafesindeydi.”
“Kurşun kalbi delmiş miydi?”
“Çok yaklaşmış. Asıl hasar aorttaydı.” Kız kısa bir an durdu, sonra bir nebze laf sokar gibi ekledi: “Anlaşılacak bir biçimde ifade edebildim mi?”
“Elbette.” Martin Beck sıradaki sorusunu dikkatlice düşündü. “Kurşun yaraları hakkında tecrübeniz var mı?”
“Yeterince tecrübem var. Her neyse, bu vakada karışık bir nokta yoktu.” Kız hayatı boyunca kurşun yarası almış kaç kurban üstünde otopsi yürütmüş olabilirdi ki? İki mi? Üç mü? Ya da belki de bir?
Doktor belki de Martin Beck’in dillendirmediği şüpheleri sezinleyerek açıkladı: “İki sene önce, İç Savaş sırasında Ürdün’de çalıştım. Orada bildiğiniz üzere kurşun yarasından geçilmiyordu.”
“Fakat tahminen o kadar çok intihar görülmüyordu.”
“Hayır, pek değil.”
“Eh, genelde,” dedi Martin Beck, “çok az sayıda intihar vakasında kalp hedef alınır. Çoğu kendilerini ağzından, kimileri de şakağından vurur.”
“Olabilir. Fakat bu adam benim gördüğüm ilk vaka değildi. Psikoloji okurken intihar edenlerin, özellikle de duygusal olanların kalplerini hedef almak gibi derin içgüdüleri olduğunu öğrenmiştim. Anlaşılan, yaygın bir eğilim.”
“Sence Svärd bu kurşun yarasıyla ne kadar süre hayatta kaldı?”
“Uzun değil. Bir dakika, bilemedin iki ya da üç. İç kanama her yeri kaplamıştı. Ben bir dakika derim. Yine de çizgiler çok küçük. Bir şey değişir mi?”
“Belki değişmez. Fakat ilgimi çeken bir nokta daha var. Cesedi 20 Haziran’da incelediniz?”
“Evet, doğru.”
“Sizce adam o gün, kaç gündür ölüydü?”
“Mmm…”
“Bu noktada, raporunuz muğlak.”
“Açıkçası tam olarak söylemek kolay değil. Belki benden daha tecrübeli bir patoloji uzmanı size daha net cevap verebilir.”
“Peki ama siz ne düşünüyorsunuz?”
“En az iki aydır, ama…”
“Ama ne?”
“Ama bulunduğu yere bağlı. Sıcaklık ve nemin etkisi önemli bir faktör. Zaman daha kısa olabilir. Örneğin bedenin yüksek ısıya maruz kalması. Diğer yandan dezentegrasyon çok kapsamlı, dediğim gibi…”
“Peki kurşunun girişte açtığı yara?”
“Şu doku bozulması bu konuda bir şey demeyi zorlaştırıyor.”
“Namlu bedenle temas hâlinde mi ateş edilmiş?”
“Bana göre öyle değil. Ama yanılıyor olabilirim tabii.”
“Tamam da siz ne düşünüyorsunuz?”
“Başka türlü ateş ettiğini. Bilinen iki klasik tür var, değil mi?”
“Evet,” dedi Martin Beck, “öyle.”
“Ya namluyu vücuda dayayıp tetiği çeker yahut silahı, artık her neyse, tutan kolunu ileri uzatıp silahı ters çevirir, bu durumda tetiği başparmağıyla çekmesi gerekir.”
“Kesinlikle. Yani