Sigara içiyor olsam şimdi havaya bir dolu duman salardım, dedim içimden.
Ev sahibesi tekerlekli sandalyesini bir sağa bir sola hareket ettirdi konuşmadan önce.
“Ben alsam niye çağırayım sizi?” dedi sanki çok komik bir şey söylemiş gibi sesinde titreşimlerle.
“Müşterilerimin tuhaf davranışlarına alışığım,” dedim. “Her ne olursa olsun, siz almadıysanız geriye Zülfikâr kalıyor bir tek. Hani filmlerde olduğu gibi: Katil… uşak! Allah’tan kimseyi öldürmemiş. Sanırım beni de asıl bunun için çağırdınız. Dönünce şöyle bir konuşayım diye.”
“Bilmiyorum,” dedi. “İşlerin oraya varmasını da istemiyorum pek. Belki siz uzman gözüyle, önce şöyle bir ararsınız ortalığı diye düşünmüştüm.”
“Siz aradınız yani?” dedim.
“Şu meretin izin verdiği ölçüde,” dedi kadın tekerlekli sandalyenin kolçağına vurarak. “Yastıkların falan altına baktım. Çevreyi dolaştım biraz. Yolların gidebildiği yerlere kadar. Dip bucak bakamadım elbette.”
“Zülfikâr burada yalnız kaldı mı hiç?” dedim.
“Emin değilim,” dedi ev sahibem. “Sabah bir ara, eee, şeye gittiğimde…”
Ayağa kalktım.
“İyi para veriyor musunuz Zülfikâr’a?” dedim.
“Sanırım,” dedi. “Başka yerde bu kadar kazanacağını hiç sanmam. Yeni zenginler pek pinti.”
Aklıma bir şey geldi.
“Yatılı okuyup okumadığını biliyor musunuz peki?” dedim gözlerimi etrafta gezdirerek. Çiçeklerde, ağaçlarda, çakıllı yollarda.
“Çok emin değilim ama olabilir,” dedi kadın elini alnına götürerek. “Bir ara televizyonda Ferhan Şensoy’u görünce, ‘Lisedeyken aynı sahneye çıkmıştık…’ falan gibi laflar etmişti. Ailesinin Adanalı olduğunu biliyorum. Niye sordunuz?”
Yerime oturdum. Bacak bacak üstüne attım. Evet, bir sigara çok iyi olurdu.
“Bana ne kadar vereceksiniz?” dedim kadının gözlüklerinin üstünde, alnının ortasında bir noktaya bakarak.
“Neden?” diye sordu.
“Beni çağırdığınız işi yaptığım için,” dedim.
“Ne yaptınız ki?” dedi.
“Sizin şu önemli sarı zarfın nerede olduğunu buldum,” dedim.
“Saçmalamayın,” dedi. “Daha bir şey yapmadınız ki. Bir kez ayağa kalktınız, sonra hemen oturdunuz.”
Yüzümde her anlama gelebilecek bir sırıtışla öylece durdum.
“Gerçek mi?” dedi. “Eğer gerçekse…”
Başımı salladım.
“Anlamıyorum,” dedi. “Gerçekten anlamıyorum. Orada oturup saçma sapan bir iki soru sordunuz. Sonra karşıma geçip ciddi ciddi…”
“Nakit tercih ederim,” dedim.
“Siz ciddisiniz galiba?” dedi.
Bir kez daha salladım başımı.
“Bu deminki aikido numarasından daha başarılı,” dedi iki elini birden şalının içine sokarak. “Hiçbir şey yapmadan sonuca gitmek…”
“Aikido’da henüz bir öğrenciyim,” dedim. “Mesleğimde ise çok tuhaf şeyler gördüm.”
Kumaşın altında birtakım hareketlenmeler oldu. Sonra çıktı eller dışarı. Sağ elinde ikiye katlanmış bir banknot tomarı duruyordu.
Elini bana doğru uzattı, sonra geri çekti.
“Sıra sizde,” dedi. “İtiraf edeyim zarfıma kavuşmaktan çok nasıl sonuca gittiğinizi öğrenmek heyecanlandırıyor beni.”
Çoğunlukla böyle olurdu, alışkındım.
“Anlatayım,” dedim geriye doğru yaslanarak. “Çok uzun sürmez zaten.”
“Can kulağıyla dinliyorum,” dedi.
Bir sigaranın tam zamanıydı. Cesaret edemedim ama.
“Zarfı siz saklamadıysanız işin içinde Zülfikâr’ın olduğunda anlaşmıştık,” diye başladım. “Başkası olamaz. Gel gelelim, bunu bildiğinizi açık etmek istemiyordunuz, en azından yüzüne karşı. Zülfikâr’la ilişkiniz aşağı yukarı az önceki aikido pozisyonumuza benziyor. Siz onu ne kırmak istiyorsunuz ne de belgenin önemine uyandırmak. Onun size hizmete devam etmesini de istiyorsunuz zarfı bulmayı da. O da aynı durumda sanki. İşini kaybetmek istemiyor, ama belki şansını denemekte de bir tür fayda görüyor. En azından zarfın içinde önemli bir şey olduğunu sezmiş gibi. Bileğinizi her an bırakabilir ama.”
Kadın sanki ikiye katlanmış gibi öne doğru eğilmiş beni dinliyordu.
“Ben de yatılı okudum,” dedim. “Bir sürü abuk subuk şey öğrendim bu arada.”
Sesini çıkarmadan yüzüme bakıyordu gözlüklerinin arkasından.
“Bunlardan biri de şu: Bir şeyi araklamak istiyorsunuz. Bir yerden. Herkesin ortak kullanımında olan bir yerden. Ama işin sizi işaret etmesini de istemiyorsunuz. Zamanınız da var. Ne yaparsınız?”
“Ne yaparım?” dedi kadın lafım biter bitmez.
“Alıp götürürseniz hemen belli olur,” dedim. “Fırsatınız olduğu anlaşılırsa herkes dönüp size bakar. Size bakmasalar bile kim aldıysa çıkarsın şu bilmem neyi teklifi yapılır ortalığa. O yüzden hemen alıp götürmezsiniz.”
“Ne yaparım be adam?” diye bağırdı kadın.
“Basit,” dedim. “Yerini değiştirirsiniz.”
“Ne?”
“Yerini değiştirirsiniz,” dedim. “Kimse ses çıkarmazsa bir süre sonra koyduğunuz o yerden alıp gidersiniz. O yer neresiyse… Başkaları da girip çıktıkları için zanlıların sayısı denetlenemeyecek kadar çoğalır. Kimse kimseye bir şey diyemez. İş biter. Yok kıyamet koparsa vazgeçersiniz, o şey neyse bulunur, karizma çizilmez.”
“Rüzgâra göre,” dedi.
“Aynen öyle,” dedim.
“Peki, nerede?” diye sordu. “Ben bakılabilecek her yere baktım. Nerede?”
“Tek başınıza aradığınızda hayatta bulamayacağınız bir yerde,” dedim. “Ortalığa çıkması gerekirse kolaylıkla çıkabilecek bir yerde üstelik.”
“Allah Allah!” dedi kadın. “Allah Allah!”
Elimi uzattım sağ elindeki para tomarına doğru. Önce anlamadı. Biraz salladım elimi. Ne yaptığının farkında değilmiş gibi bıraktı avucumun içine tomarı.
Parayı aldım. Ayağa kalktım. Paltomun cebine soktum.
“Eee?” dedi.
Kısa kesmeye karar verdim.
İki adımda tekerlekli iskemlesinin arkasına geçtim.
İskemlenin arkalığındaki