Kadın esprimi algılayıp algılamadığını, algıladıysa beğenip beğenmediğini gösteren bir hareket yapmadı. Ellerini kuvvetlice çırptı iki kere yalnızca.
Arkamı döndüm.
Kapı açıldı. Beni karşılayan eldivenli uşak içeri girdi. Ellerini önünde bağlayarak dikildi kapının hemen önünde. Arkada çağrılmayı beklerken de mi aynı böyle duruyor diye merak ettim.
“Remzi Bey aikido yapıyormuş, pardon, çalışıyormuş,” dedi kadın. “Bana bir iki numara gösterecek. Yardımcı olur musun lütfen?”
Eldivenli adam yüzünün ifadesini hiç değiştirmeden bana doğru ilerledi. Tam karşıma geldi, durdu. Dudağının çizgisi biraz keskinleşmişti sadece. Ellerini iki yana saldı sonra.
Dur bakalım, dedim içimden. Belki özür dilememi gerektirecek bir şey yapmadan da sıyrılabilirim bu gösteri işinden.
Derin bir nefes aldım. Bayağı derin bir nefes.
Sağ kolumu dirseğimi bükerek uzattım adama.
“Tut,” dedim.
Bileğimi tuttu. Junte katatetori tekagami yapmamı bekleyen bir uke gibi duruyordu. Gücünü göstermek için ilave çaba göstermiyor gibiydi ama bayağı sıkı tutuyordu.
Bileğim adamın elinde öylece durdum.
Ne olacağını merak ediyordu eldivenli uşak. Ne olacağını merak ediyordu gözlüklü, tekerlekli sandalyede oturan ev sahibesi.
Bir şey olmadı. Öylece durduk. Eli bileğimde öylece durduk. Karnımı şişirmiş, ağırlığımı yere doğru vermiştim yalnızca.
Eldivenli uşak iki yanına baktı düşerse nereye düşeceğini kestirmek için. Daha sıkı tuttu bileğimi.
Öylece durmaya devam ettik.
“Eee?” dedi kadın sonra. “Aikido nerde?”
“Aikido bu,” dedim kafamı çevirmeden.
“Allah Allah!” dedi.
Sesimi çıkarmadım.
“Bu ne biçim aikido?” dedi. “Adam sizi bileğinizden tutmuş kontrol ediyor bir yere kıpırdamayın diye.”
“Hayır,” dedim. “Ben onu kontrol ediyorum.”
“Ya öteki eliyle vurursa falan size?”
“Vurmuyor ama,” dedim elleri eldivenli uşağın gözlerine bakarak.
Zoraki uke’m yere baktı. Sonra gözlerime. Ardından bileğimi bıraktı. Bir adım geri çekildi.
Ev sahibesi ellerini yavaş yavaş birbirine vurarak alkışladı beni. Uşağa seslendi sonra.
“Teşekkür ederim Zülfikâr,” dedi. “Sen istersen şimdi arabayı alabilirsin servisten. Remzi Bey buradayken hallet şu işi bir koşu.”
Uşak yeniden birleştirdi ellerini önünde. Hafifçe eğildi. Sonra döndü, yürüdü kapıya doğru.
“Oturabilir miyim şimdi?” dedim kadına.
“Berbat bir ev sahibiyim, farkındayım,” dedi hiç de özeleştiri içermeyen bir ses tonuyla. “Kusuruna bakmayın bu hasta kadının. Şöyle oturun lütfen.”
Eliyle hemen sağ yanındaki kocaman bahçe sedirinin köşesini gösterdi. Sedirin üzerindeki minderler oldukça rahat görünüyorlardı. Oturdum. Hafifçe yanlamasına, ev sahibesine dönerek oturdum mecburen. O da benimle yüz yüze gelebilmek için birazcık sola doğru döndürdü tekerlekli sandalyesini.
“Ne içersiniz diye sorayım hiç olmazsa,” dedi belli belirsiz bir gülümsemeyle. “Belki de çayın yanında çörek ister misiniz diye de sormam gerekir…”
Çayı ve çöreği de ben mi servis edeceğim, diye sordum kendi kendime.
“Teşekkür ederim, istemem,” dedim. “Belki sonra.”
Ellerini kucağına koyup bütün ilgisini bana verdiğini belli eden bir tavırla, “Kızmadınız ya bana?” dedi. “İnsan dışarıya çıkamayınca misafirlere karşı çok meraklı oluyor.”
Gülümsedim.
“Alışkınım,” dedim. “Beni tutacak olanların, paralarının boşa gidip gitmeyeceğini görmek istemelerine.”
Sanki beni neden çağırdığını o an hatırlamış gibi yüzü buruştu. Gözlüklerinin dışında kalan bölümleri yani.
“Sizi neden çağırdığımı merak ettiniz belki…” dedi.
“Hayır,” dedim. “Nasıl olsa anlatacaksınız.”
“Doğru ya,” diye karşılık verdi.
Sırıttım yeniden.
Ama ifadesi hiç değişmedi. Bütünüyle kendi dünyasında gibi konuşmaya başladı.
“Remzi Bey,” dedi. “Kaybettiğim bir evrakı bulmanızı istiyorum. Hayati önemde bir evrak.”
“Neyle ilgili?” diye sordum.
“Bunu size söyleyemem,” dedi sanki bu cümleyi nasıl söyleyeceğini daha önceden birçok kez prova etmiş gibi. “Bunu size söylemem mümkün değil. Ama çok önemli olduğunu bilmenizi istiyorum. Birçok insanın hayatını değiştirebilecek önemde. Ben istemeden kimsenin eline geçmesine izin veremeyeceğim kadar.”
İnsanların hayatının değişmesinden hiç hoşlanmazdım.
“Burasını anladım,” dedim. “Ama en azından neye benzediğini söyleyebilirsiniz, hani bulduğumda tanımam için.”
“Sarı bir zarfın içinde,” dedi.
“Tebligat zarfı gibi mi?” diye sordum.
“Hayır,” dedi yüzünde hafif bir gülümsemeyle. “Noter, vergi dairesi ya da karakoldan tebligat zarfı değil. Sıradan sarı bir zarf. Öyle ince uzun olanlardan değil, hani şu mektup zarflarının sarı, ucuz olanlarından.”
“Nerede kaybettiğinizi de söyleyebileceksiniz umarım?” dedim.
“Burada,” dedi. “Bu bahçenin içinde.”
“Kaybettiğinizi ne zaman anladınız?” diye sordum.
“Bu sabah,” dedi. “Daha doğrusu sizinle konuşmadan önceki üç telefon görüşmesini yapmadan önce. O telefonlar da sizi, ya da sizin gibi birisini bulmak içindi.”
“Bundan polisin karışmasını istemediğinizi çıkarırsam yanılmış mı olurum?” dedim.
“Olmazsınız,” dedi.
“Gerçekten önemliymiş,” dedim.
“Evet,” dedi. “Bu gibi şeylerle motivasyonunuz artar mı bilmem ama eğer bulabilirseniz sizi memnun ederim. Gerçekten.”
“Beni motive ettiniz bile,” dedim. “Nerede duruyordu son gördüğünüzde?”
“Tam üstünde oturuyorsunuz,” dedi.
Yerimden kımıldamadım.
“Aradınız mı?” diye sordum kafamı bahçeye dönüşmüş çifte salonun kapısına doğru çevirerek. “Ya da arattınız mı?”
“İkinci sorunuza önce cevap vereyim,” dedi. “Zarfın kaybolduğunu Zülfikâr’a söylemeyi aklımdan bile geçirmedim.”
“Neden?” dedim. “Güvenmiyor musunuz?”
“Güvenmesine güveniyorum,” dedi. “Ama bu zarf konusunun öneminin farkına varmasını istemiyorum. Olur da siz de bulamazsanız…”
“Onun