Dev, böyle bir gelecek fikrinden hiç hoşlanmamıştı. Nuh’un tüm kehanetlerinin gerçekleşeceğini biliyordu. Bu duyduklarına öyle üzülmüştü ki iki gündür hiçbir şey yememiş ve küçülüp zayıflamaya başlamıştı. Öte yandan sular günden güne alçalıyordu. Yavaş yavaş dağlar ortaya çıkmaya başladı. Dev giderek daha mutsuz hale gelecekti. Nihayet gemi Ağrı Dağı’na oturdu ve Og’un uzun yolculuğu sona erdi.
“Yakında senden ayrılacağım Nuh Baba,” dedi. “Dünyayı dolaşıp neler kalmış diye bakacağım.”
“Ben izin verene kadar gidemezsin,” dedi Nuh. “Anlaşmamızı bu kadar çabuk mu unuttun? Benim hizmetkârım olacaksın. Bir sürü işin var.”
Devler çalışmayı hiç sevmez. Tüm devlerin atası olan Og ise bilhassa tembeldi. Sadece yemek yiyip uyumak isterdi ama Nuh’un eline düştüğünü biliyordu. Toprağın tekrar ortaya çıktığını görünce acı acı ağladı.
“Kes ağlamayı!” diye emretti Nuh. “Kocaman gözyaşlarınla dünyayı bir kez daha sular altında mı bırakmak istiyorsun?”
Bunun üzerine Og bir dağın üzerine oturup kendi kendine sessizce ağlayarak bir sağa bir sola sallandı. Hayvanların gemiden ayrılışını seyretti. Nuh’un çocukları evler inşa ederken bütün zor işleri yapmak ona düşmüştü. Her gün küçülerek ölümlülerin boyuna indiği için şikâyet ediyordu zira Nuh çok fazla yiyecek olmadığını söylemişti.
Bir gün Nuh ona şöyle dedi: “Benimle gel Og. Dünyayı dolaşacağım. Yeryüzünü güzelleştirmek için meyve ve çiçekler ekmem emredildi. Yardımın gerekiyor.”
Günlerce bütün dünyayı dolaştılar. Og o ağır tohum çuvallarını taşımak zorunda kalmıştı. Nuh’un son ektiği şey üzüm asmasıydı.
“Bu nedir? Yiyecek mi içecek mi?” diye sordu Og.
“İkisi de,” diye cevap verdi Nuh. “Yenilebilir, suyundan da şarap yapılabilir.” Dikerken bir yandan da asmayı kutsadı. “Sen, ey göze hoş gelen bitki, açları doyuracak gıda ve susuzlar ile hastalara şifa verecek bir içecek olasın.”
Og homurdandı.
“Bu harika meyve için bir kurban sunacağım,” dedi. “Artık bütün işimiz bittiğine göre bunu yapabilirim, öyle değil mi?”
Nuh’un bunu onaylaması üzerine dev gidip bir koyun, bir aslan, bir domuz ve bir maymun getirdi. Önce koyunu ardından da aslanı kurban etti.
“İnsan şaraptan birkaç damla tattığında bir koyun kadar zararsız olacak. Biraz daha fazla içtiğindeyse bir aslan kadar kuvvetli olacak,” dedi.
Sonra Og asmanın etrafında dans etmeye başlayıp domuzu ve maymunu öldürdü. Nuh çok şaşkındı.
“Senin torunlarına fazladan iki dua daha edeceğim,” dedi Og kıkırdayarak.
Büyük bir keyifle yerde yuvarlanıp şöyle dedi:
“İnsan şaraptan çok fazla içince domuz gibi bir hayvana dönüşecek. Hâlâ içmeye devam ederse maymun gibi aptalca davranmaya başlayacak.”
İşte ta bugüne kadar çok fazla şarabın insanı aptal etmesinin sebebi budur.
Og kendisi de sık sık şarabı fazla kaçırırdı. Yıllar sonra İbrahim Peygamber’in hizmetçisi olarak çalışacaktı. Günlerden bir gün İbrahim Peygamber ona öyle bir fırça çekti ki korkudan ödü kopan Og’un bir dişi düştü. İbrahim bu dişi kullanarak kendisi için bir koltuk yapmıştı. Derken Og, Bashan Kralı oldu ama Nuh’la yaptığı anlaşmayı unutarak İbranilerin Kenân Diyarı’nı ele geçirmesine yardım edeceği yerde onlara düşmanlık etti.
“Hepsini tek bir darbeyle öldüreceğim,” dedi.
Muazzam gücünü kullanarak bir dağı yerinden söktü. Sonra dağı başının üstüne kaldırarak İbranilerin konakladığı yere atıp onları ezmek için hazırlandı.
Ama müthiş bir şey oldu. Dağ, çekirgeler ve karıncalarla doluydu. Bu hayvanlar dağın içinde milyonlarca minik delik açmıştı. Kral Og o koca kütleyi kaldırdığında dağ, ellerinde un ufak olup başına düştü ve tıpkı bir tasma gibi boynuna geçti. Onu boynundan çıkarmaya çalıştı fakat dişleri dağ kütlesine karışmıştı. Öfke ve acı içinde zıplayıp durduğu esnada İbranilerin lideri Musa yanına geldi.
Musa, Og’a kıyasla ufak bir adamdı. Belki on arşın boyundaydı. Yanında aynı uzunlukta bir kılıç taşıyordu. Büyük bir gayretle tam on arşın boyunca havaya zıpladı, kılıcını kaldırarak deve ayak bileğinden vurdu. Bu sayede onu ölümcül bir şekilde yaralamayı başardı.
İşte böylece tufanın korkunç devi Nuh Baba’ya verdiği sözünü tutmadığı için yıllar sonra helak olmuştu.
Ergetz’in Peri Prensesi
Deniz kenarına kurulmuş büyük ve güzel bir şehirde yaşlı bir adam ölüm döşeğinde yatmaktaydı. İsmi Mar Şalmon’du ve ülkedeki en zengin adamdı. Lüks bir odadaki şatafatlı yatağında yastıklara yaslanmış, açık haldeki penceresinden yavaş yavaş batmakta olan güneşi izliyordu yaşlı gözlerle. Güneş, limanın ardındaki sakin sulara dayanıyor gibi gözükene dek tıpkı bir ateş topu gibi alçalmaya başladı. O anda Mar Şalmon uyanıverdi.
“Oğlum Bar Şalmon nerede?” diye sordu dermansız bir sesle. Bu sırada titreyen elini sanki bir şey arıyor gibi ipek yorgan boyunca gezdiriyordu.
“Buradayım baba,” diye cevap verdi yatağının hemen yanında dikilmekte olan oğlu. Gözleri yaş doluydu ama sesi sakindi.
“Oğlum,” dedi ihtiyar adam yavaşça ve biraz güçlükle. “Bu dünyadan ayrılmak üzereyim. Güneş ufkun ardında battığında benim de ruhum bu zayıf bedenden uçup gidecek. Uzun bir ömür sürdüm ve yakında senin olacak büyük bir servet biriktirdim. Bu serveti tıpkı sana öğrettiğim gibi iyi kullan, zira sen asil İbrani inancımıza münasip olarak irfan sahibi bir adamsın, oğlum. Yalnız bana tek bir konuda söz vermeni istiyorum.”
“Elbette, baba,” diye cevap verdi Bar Şalmon hıçkırarak.
“Yo, ağlama oğlum,” dedi yaşlı adam. “Vadem doldu. Ömrümü boşa harcamadım. Bir tüccar olarak servetimi gençlik yıllarımda kazanmaya başladım. İşte o yıllarda yaşadığım sıkıntılardan seni esirgemek istiyorum. Birazdan güneşi yutacak olan deniz şimdi sakin. Ama ondan sakınman gerek oğlum, zira güvenilmezdir. Şimdi bana söz ver, hatta yemin et: Yabancı diyarlara gitmek için asla aşmayacaksın o denizi.”
Bar Şalmon babasının ellerini tuttu.
“Sana yemin ederim ki dileğini yerine getireceğim,” dedi boğuk bir sesle. “Asla deniz yolculuğuna çıkmayacağım. Burada, kendi memleketimde kalacağım. Huzurunda ant içiyorum babacığım.”
“Bu Tanrı’nın huzurunda içilmiş bir ant,” dedi ihtiyar adam. “Sözüne sadık kal, yeminini sakın bozma. İşte o zaman Tanrı da seni kutsayacak. Unutma bunu! Bak, işte güneş batıyor.”
Mar Şalmon yastıklarının üstüne düştü ve daha fazla konuşamadı. Oğlu Bar Şalmon Güneş batana dek sessizce hıçkırıp ağlayarak pencereden dışarı baktı. Sonra ölü odasından ayrıldı.
Acı haber duyulduğunda bütün şehir yasa boğuldu çünkü Mar Şalmon çok hayırsever bir adamdı. Neredeyse bütün şehir halkı, mezarlığa götürülen naaşı takip etti. Daha sonra Bar Şalmon