“Yoo, zavallıcığın zaten derdi başından aşkın,” diye düşündü. “Hayır söylemeyeceğim ona, hem doğru olmaz ki! Hanımım bizi aldatmaz.”
“Eh Eliza, kızcağızım,” dedi kocası acı dolu bir sesle, “şimdi dayanman ve vedalaşman gerekiyor, ben gidiyorum.”
“George George! Nereye gidiyorsun?”
“Kanada’ya.” Kendini toparlamaya çalışıyordu. “Oraya vardığımda seni satın alacağım, bize kalan tek umut bu. Senin iyi yürekli bir efendin var, satmayı reddetmez. Seni ve oğlanı satın alacağım, Tanrı’nın yardımıyla yapacağım bunu!”
“Ne korkunç! Ya yakalanırsan?”
“Yakalanmayacağım Eliza. Yakalanmaktansa ölürüm! Ya özgür olacağım ya da öleceğim!”
“Kendini öldürmeyeceksin değil mi?”
“Ona gerek yok. Nasılsa beni hemen öldürürler, asla nehri canlı geçmeme izin vermezler.”
“Ah, George, hatırım için, n’olur dikkatli ol! Kötü bir şey yapma, ne kendinin ne de başkasının aleyhine bir şey yap! Çok… kafaya takmışsın ama yapma… yani gitmen gerekiyorsa git ama dikkatli ol, akıllı davran ve Tanrı’ya sana yardım etmesi için dua et.”
“Öyleyse Eliza şimdi planımı dinle bakalım. Efendi aklına esip birkaç kilometre geride oturan Mr. Symmes için elime bir not tutuşturup beni buralara gönderdi. Sana gelip olanları anlatacağımı düşünmüş olmalı. Sana ya da sizlere anlatacaklarım onun adlandırdığı gibi ‘Shelby’ninkileri’ sinirlendirecek, o da bundan zevk duyacaktı. Eve işimi yapmış gibi döneceğim. Yapmam gereken hazırlıklar var, bana yardım edecekler de var, bir-iki haftaya kadar kayıplara karışacağım. Benim için dua et Eliza, yüce Tanrı seni belki duyar.”
“Kendin için dua et George ve ona inanmaya devam et, o zaman kötü bir şey yapamazsın.”
George, “Eh, hadi öyleyse, hoşça kal,” diyerek Eliza’ nın ellerini tutup öylece durarak gözlerinin içine baktı. Suskun durdular, sonra son sözcükler, son hıçkırıklar, ardından da acı dolu ağlayışlar geldi. Bu ayrılış bir örümcek ağına takılanların ayrılışına benziyordu… Ve karıkoca ayrıldılar.
4
Tom Amca’nın kulübesinde
bir akşam
Tom Amca’nın kulübesi, zenci adamın deyişiyle “tipinin en kusursuz örneği” olan efendisinin “ev”ine bitişik, kütüklerden yapılma küçük bir kulübeydi. Önünde özenle bakılan, her yaz çileklerin, ahududuların, meyve ve sebzelerin fışkırdığı tertemiz bir bahçeciği vardı. Evin önünü koskoca kızıl bir begonya kaplamıştı, bir de kaba saba odunları dantel örgü gibi sarıp sarmalayarak gözden saklayan bir yediveren gülü vardı.
Ayrıca mevsimlik açan parlak renkli petunyalar, kadife çiçekleri ve akşamsefalarının her biri güzelliğini gösterecek bir köşe bulmuştu, bunların tümü de Chloe Teyze’nin gururu ve hazzıydı.
Şimdi içeri girelim. Evde akşam yemeği bitmiş, başaşçı olarak hazırlıkları yöneten Chloe Teyze sofrayı toplama ve bulaşıkları yıkama işini mutfaktaki astlarına bırakarak ihtiyarcığının akşam yemeğini kotarmak üzere en rahat ettiği yere çekilmişti. Ateşin başında bir yandan tavanın içinde cızırdayan bir şeyleri hevesle karıştırıyor, bir yandan da ölüm kalım öneminde bir iş yaparcasına dikkatle, saçtığı güzel kokularla içinde “iyi bir şey” olduğu izlenimini veren tencerenin kapağını kaldırıyordu. Chloe Teyze’nin yuvarlak, kara, ışıl ışıl yüzü öyle parlaktı ki, çay peksimetlerine koyduğu yumurta akıyla yıkayıvermiş gibi geliyordu insana. Tombul yüzü, güzelce kolalanmış başörtüsünün altında doyum ve hoşnutlukla hafifçe gülümsüyordu, itiraf etmeliyiz ki bu gülümsemede bir nebze de olsa, ünü dünyayı sarmış, üstelik de bu ünün doğruluğu onaylanmış bir aşçı olmasının sorumluluğu da vardı.
Aşçılığı da aşçılıktı hani, hem de iliğine, kemiğine kadar…
Avluda onun yaklaştığını görüp de vahim bir olayın eşiğinde olduğunu sezmeyen tek bir piliç, hindi ya da ördek yoktu, Chloe Teyze sonlarının gelmesi demekti.
Pişirmeden önce kanadını kırıp bağlasam mı, doldursam mı, yoksa kızartsam mı diye neredeyse istiareye yatar, her türlü kümes yaratığına dehşet saçardı.
Mısır ekmeği, her türlü yöresel hamur işi, minik pandispanyalar, şıpınişi yaratılan tatlar ve sayılamayacak kadar çeşitli türler bu işi daha az bilenler için tam bir sırdı. Bulunduğu noktaya erişmek isteyenlerin semeresiz çabalarını anlatırken şişman kalçalarını haklı bir gurur ve keyifle sallardı.
Eve konuk çağrılıp da ikindi ya da akşam mönülerinin “usulünce” hazırlanması tüm gücünü uyandırırdı, yeni çabalar ve zaferler müjdelediği için hiçbir şey ona verandada yığılı seyahat sandıkları kadar çekici gelmezdi.
Şu anda da Chloe Teyze gözlerini tavaya dikmiş durumda… Bizse kulübenin resmini çizmeyi tamamlayıncaya kadar onu, tam ona göre biçilmiş kaftan olan bu işle baş başa bırakacağız.
Bir köşede kar beyazı örtüsüyle derli toplu bir yatak vardı, yanında pek büyük olmayan bir halı yayılıydı. Yaşamın önemli kararları için Chloe Teyze bu halının üstünde dikilirdi, halıyla yatağın olduğu o köşenin yaşamında özel bir yeri vardı, bugüne kadar da elden geldiğince küçüklerin bu kutsal yeri karıştırmaları, buraya saygısızlık etmeleri önlenmişti.
Aslında, orası evin oturma odasıydı. Öbür köşedeyse yalnızca amacına uygun çok daha kendi halinde bir yatak vardı. Şöminenin üstündeki duvar çok parlak İncil sahneleriyle süslenmişti, bir de General Washington portresi asılmıştı. Portre öyle bir biçimde çizilip boyanmıştı ki, o kahraman adam neye benzediğine şöyle bir göz atsa, şaşar kalırdı.
Köşedeki kaba saba tahta sırada parlak kara gözleri, tombul parlak yanaklarıyla birkaç kıvırcık saçlı çocuk, bir bebeğin ilk yürüme çabalarını denetlemekteydiler, çocuğun ayağa kalkıp bir an dengelendikten sonra yere yuvarlanmasıyla son bulan her başarılı düşüş, karar verilerek yapılmış zekice bir şeymişçesine çılgın bir neşeyle karşılanıyordu.
Bacakları romatizmalı bir masa, ateşin önüne çekilmiş, bir örtü örtülmüş, üstüne de parlak desenli fincanlarla tabaklar ve yaklaşan bir yemeği gösteren öteberi konulmuştu. Bu masada Mr. Shelby’nin sağ kolu Tom Amca otururdu, öykümüzün kahramanı olduğu için okurlarımıza fotoğrafını gümüş levha üstüne çekeceğiz. İriyarı, geniş göğüslü, tepeden tırnağa pırıl pırıl kapkara parlayan, güçlü kuvvetli bir adamdı, Afrikalı çizgilerin ciddi ve güvenilir bir anlamla birleştiği yüzünde iyi yüreklilikle hayırseverlik okunuyordu. Halinde tavrında kendine saygı ve vakar vardı. Ancak bunlar insana güven veren alçakgönüllü bir sadelikle karışmıştı.
Şu anda cin gibi zeki, on üçünde ve eğitmenlik sorumluluğunun bilincinde olan genç Efendi George’un gözetimi altında büyük bir dikkatle ağır ağır yazmaya uğraştığı mektuplar için oturduğu taş tahtanın