Bir süre sonra içinden bir çayın mırıl mırıl aktığı sık bir ormanlık araziye ulaştılar. Çocuk açlık ve susuzluktan yakınınca, annesi onunla bir çiti aşıp yoldan görünmeyen büyük bir kayanın arkasına oturdu, küçük çıkınlarından çıkardığı kahvaltıyı verdi. Çocuk, onun yemeyişine şaşırmış, üzülmüştü, kollarını boynuna dolayarak kekin bir kısmını annesinin ağzına sokmaya çalıştı, çocuk böyle yaptıkça kadının boğazından bir şey yükseliyor, onu boğacak gibi oluyordu.
“Hayır hayır, Harry canım! Sen güvencede oluncaya kadar anne yiyemez! Devam etmeliyiz, ta nehre gelinceye kadar…” Sonra yine aceleyle yola çıktı, aralıksız, tüm gücüyle yürümek için kendini zorladı. Tanınabileceği bölgeleri geçeli çok olmuştu. Onu tanıyacak birine rastlayacak olursa Mr. ve Mrs. Shelby’nin herkesin bildiği iyi yürekliliği kuşkuları uzaklaştırıp bir kaçak olma olasılığını sıfırlardı. Ayrıca zenci soyundan denemeyecek kadar beyazdı, çocuğu da öyle olduğu için kuşku uyandırmaksızın geçip gitmesi daha kolay olurdu.
Bu zanla, öğle zamanı hem çocuğuna ve kendisine yiyecek bulabilmek hem de dinlenebilmek için temiz görünümlü bir çiftlik evinde durdu. Uzaklaştıkça tehlike küçülüp sinir sistemi üstündeki doğal olmayan baskı da azalınca çok acıkmış ve yorulmuş olduğunu duyumsadı.
Kadın, iyi yürekli, dedikoducu biriydi, konuşacak birinin gelmesinden hoşnut, onu pek de sorgulamadan kabul etti. Eliza biraz bunaldığını, arkadaşlarıyla bir hafta geçirmeye gittiğini söyledi, içinden de bunun gerçekleşmesini diliyordu.
Günbatımından bir saat önce yorgun, ayakları yara bere içinde ama yüreği hâlâ pek, Ohio Nehri üstündeki T. köyüne girdi. İlk olarak, kendisiyle diğer kıyıdaki özgürlük olan Kenan ülkesini ayıran, Ürdün Nehri gibi akan nehre baktı.
İlkbaharın başları olduğundan nehir kabarmış, girdaplar yaparak akıyor, burgaç gibi sularda koca buz tabakaları yüzüyor, oradan oraya olanca ağırlıklarıyla savruluyorlardı.
Kentucky yakasındaki kıyı, suyun içine doğru uzayarak bir kıvrım yapıyordu, burada bolca buz birikmişti, kıvrımı çevreleyen dar kanal birbiri üstüne yığılmış buzlarla doluydu, bunlar en alttaki buza kadar merdiven gibi iniyor, neredeyse Kentucky kıyısına kadar uzanan koskoca, dalga dalga bir yükselti biçiminde tüm nehri dolduruyordu.
Eliza nehrin öte yakasına geçişi engelleyen elverişsiz görüntüyü durup bir an izledi, sonra da biraz araştırma yapmak için kıyıdaki küçük bir hana gitti.
Ateşin başında bir şeyleri fışırdatarak, kaynatarak akşam yemeği hazırlığındaki kadın, Eliza’nın tatlı kederli sesi dikkatini çekince çatal elinde durdu.
“Ne var?” diye sordu.
“Yolcuları B.ye götürecek bir gemi ya da tekne falan yok mu?”
“Hiç öyle bir şey yok,” dedi kadın. “Hiçbir tekne çalışmıyor.”
Eliza’nın hayal kırıklığıyla umutsuzluğu kadını etkiledi, soruştururcasına, “Neyiniz var, birisi mi hasta? Çok kaygılı görünüyorsunuz?” dedi.
“Çocuğum tehlikede. Dün gece haberim oldu, bugün de epey yürüdüm, bir tekne bulurum diyordum.”
“Yaa, bu şanssızlık işte,” dedi kadın. Analık duyguları kabarmıştı. “Size gerçekten üzüldüm. Solomon!” diye pencereden arkadaki küçük bir eve doğru bağırdı. Deri bir önlük takmış, elleri kir içinde bir adam kapıda göründü.
“Bak ne diyorum Sol, bizim adam bu akşam varilleri götürmeyecek mi?”
“Bir yolunu bulursa götüreceğini söyledi.”
Kadın, “Buralarda bir adam var, uygun olursa bu akşam kamyonla yola çıkacak, yemeğe de buraya gelecek. Siz en iyisi hazır olup bekleyin. Bu pek tatlı bir küçük,” diye sözlerine son bir cümle ekleyerek oğlana bir dilim kek uzattı.
Ne var ki iyice tükenmiş olan çocuk yorgunluktan ağlamaya başladı.
“Zavallıcık, yürümeye alışkın değil, ben de biraz zorladım,” dedi Eliza.
Kadın, “Eh öyleyse onu şu odaya götürün,” diyerek rahat bir yatağın olduğu küçük bir yatak odasının kapısını açtı. Eliza yorgun çocuğu yatağa bıraktı, uykuya dalıncaya kadar da ellerini, kendi ellerinin içinde tuttu. Onlara dinlenmek yoktu. Peşindekinin düşüncesi, kemiklerinde yanan bir ateş gibi zorluyordu onu, özgürlükle arasında için için kaynayan, kabarıp yuvarlanan sulara gözünü dikip özlemle baktı.
Peşindekilerin ne yaptığını görmek için burada şu an için onu bırakmamız gerekiyor.
Mrs. Shelby yemeğin hemen yeneceğini söylediyse de, az sonra görüleceği, daha önce de pek çok kez görüldüğü gibi bir anlaşma yapmak için bir kişiden fazlası gerekir. Bu nedenle de emir, Haley’in duyacağı biçimde verilmiş ve en az beş-altı genç haberciyle Chloe Teyze’ye taşınmış olmasına karşın hazret, huysuz homurtular koyverip başını sallamakla yetinmiş, elinin altındaki her işi her zamankinden daha kılı kırk yararak, daha özene bezene yapmayı sürdürmüştü. Çok özel bir nedenle, hizmetçiler arasında gecikmeler için hanımın gücenmeyeceğine ilişkin bir izlenim hüküm sürmekteydi ve olayların gecikmesi için peş peşe kazaların inadına oluşuvermesi harikaydı. Şansı yaver gitmeyenlerden biri sosu bozunca, büyük bir dikkat ve ciddiyetle yeni baştan sos yapmaya giriştiler. Gözünü ayırmadan bin bir itinayla sosu karıştıran Chloe Teyze acele etmesini söyleyen herkesi kısaca, “Birilerini yakalama uğruna çiğ sosu sofraya koyamam ya,” diye yanıtlıyordu. Biri elinde suyla yuvarlandı, berikinin gidip biraz daha su alması gerekti, bir başkası pişmiş aşa soğuk su kattı, bu arada kıkırdaşarak ikide bir mutfağa “Mr. Haley’in çok tedirgin olduğu, iskemlesinde rahat oturamayıp verandada yerinde durmaksızın bir yandan kasıla kasıla yürürken bir yandan çene çaldığı” yolunda haberler geliyordu.
Chloe Teyze kızgınlıkla, “Oh olsun ona!” dedi. “Kendine çekidüzen vermezse birileri gerçekten onu tedirgin edecek. Tanrı’nın önünde hesap vereceği zaman izle onu!”
Küçük Jane, “Hak ediyor başına gelecekleri!” dedi. “Çok ama çok ah aldı, haberiniz olsun.”
Bunu söylerken tuttuğu çatalla birlikte elini havaya kaldırarak durdu. “Efendi George’un Vahiy Kitabı’nda okuduğu gibi, mihrabın altına çağrılan ruhlar! Köle satıcılarından öç almak için Tanrı’ya yapılan çağrı, bir-iki derken Tanrı onları duyacaktır, evet duyacaktır!”
Artık yemek içeri gönderildiğinden, herkes mutfakta çok saygı gören, ağız açık dinlenen Chloe Teyze’nin düşüncelerini öğrenmek ve onunla dedikodu etmek için fırsat bu fırsat çevresini sardı.
“Köle satıcıları sonsuza dek yanacaklar kuşkusuz, değil mi?” dedi Andy.
“Yemin ediyorum ki, bunu görmek hoşuma giderdi,” dedi küçük Jake.
Hepsini irkilten bir ses, “Çocuklar!” dedi. İçeri giren Tom Amca’ydı, kapıda durmuş konuşmayı dinliyordu.
“Çocuklar, korkarım ne söylediğinizi bilmiyorsunuz. Sonsuza dek korkunç bir sözcüktür, düşünmek bile korkunç. Hiçbir insanoğlu için böyle bir şey dilememelisiniz.”
Andy, “Can kardeşlerimizi hayvan gibi güdenlerden başka