Panky şimdi memnundu. “Bunu sarı metal parçaları ile birlikte çantaya koyacağız.” dedi.
Hanky kibirli bir şekilde “Nereye istersen koy!” dedi ve çantaya kondular.
Her şey bittiğinde babam gülerek “Eğer benimle haksızca uğraştıysan seni affediyorum. Benim ilkem şudur: Bize karşı suç işleyenleri bağışladığımız gibi, sen de bizim suçlarımızı bağışla.”
Panky hevesle “O son sözleri tekrar et.” dedi. Babam, üslubuyla ilgili telaşa kapıldı ama tekrar etmenin daha yerinde olacağını düşündü.
“Duydun mu Hanky? Ben ikna oldum; söyleyecek başka bir şeyim yok. Adam gerçek bir Erewhon’lu; Güneş’in Oğlu’nun duasının bozuk okunuşunu biliyor.”
“Açıkla lütfen.”
Bu arada tahminî düzeltmelerde iyi olan Panky, “Neden göremiyosun? Bunun Güneş’in Oğlu ve ait olduğunu gösterdiği insanlardan herhangi biri için ne kadar imkânsız olduğunu göremiyormusun? Kendi günahlarını affettirmek diğer insanların günahlarını affetmek kadar kolay olabilir mi?” dedi.
“Onun zekâsında hiçbir insan böyle bir şeyi hayal edemez. Bu, her şeye gücü yeten bir varlıktan onun günahlarını kabul etmemesini istemek ya da onları tam olarak affetmesini istemek gibi bir şey olur. Hayır, Yram bunu yanlış anladı. Kelimelerini karıştırdı. Kelimelerin telaffuzu çok benzerdi; doğrusu bariz şekilde ‘Bizim suçlarımızı bağışla ama bize karşı suç işleyenlerin suçlarını bağışlama.’ olmalıydı. Bu, manalı ve olmayacak bir duacıyı her birimizin kalbine hitap eden biri hâline çevirir.” Sonra babama dönerek “Bunu görebilirsin dostum, her şey seni işaret ederken göremez misin?” dedi.
“Elbette görürsün, benim iyi dostum ve bildiğim kadarıyla Erewhon kaynakları dışında sana asla ulaşmış olamayacakları için elbette görürsün.”
Hanky güldü, homurdandı ve alçak sesle mırıldandı: “Sonunda bu ahbabın yabancı bir şeytan olduğunu düşünmeye başlayacağım.”
Babam “Ve şimdi, beyler, ay yükseldi. Gün doğumuyla beraber bıldırcınların peşine düşmeliyim; sonra da korucu kulübesine gideceğim ve hem bıldırcınların yerine olabildiğince yakın olmak hem de koşarken dinç olmak için iki saat kadar uyuyacağım.” dedi ve devam etti.
“Korulukların sınırına o kadar yakınsınız ki artık izne ihtiyacınız olmayacak; hiç kimse sizi karşılamayacak ve kimse karşılamamalı da. Eğer karşılarsa sadece isminizi verip bir hata yaptığınızı söyleyin. Yarın korucunun ofisinde nasıl olsa bunu teslim edeceksiniz ama bunu şimdi alırsam sizi beladan koruyacaktır ve bıldırcınları teslim ettiğimde bunu da teslim ederim.
Antikalara gelince onları sınırların dışında oldukça iyi saklayın. Size onları bir an önce ormanın dışına götürmenizi ve buralarda değil sınırıların dışında dinlenmenizi öneririm. Onları uygun bulduğunuz bir zamanda uygun bir şekilde geri alırsınız.
Ama umarım diğer taraftan buraya gelen yabancı şeytan hakkında hiçbir şey söylemezsiniz. Bu hususta herhangi bir fısıltı, insanların huzurunu kaçırır ve zaten huzurları yeterince kaçmış durumda; bu nedenle bize verilen emir buradan geçen herkesi öldürmek ve bunu başkorucu dışında kimseye söylememek.
Beyler kendimi savunmak için sizin tarafınızdan bu emirleri çiğnemeye zorlandım; size söylediğim şeyleri sır olarak tutacağınıza ve fedakârlığınıza güvenmeliyim. Elbette bunları başkorucuya bildirmeliyim. Eğer şimdi beni anlıyorsanız izninizi bana bırakabilirsiniz.”
Bütün bunlar o kadar inandırıcıydı ki profesörler teşekkür dışında tek kelime etmeden izin belgesini verdiler. Antikalarını aceleyle kral topraklarından çıkıncaya kadar, daha dikkatli saklamak için “zavallı yabancı şeytanın” battaniyesine sardılar.
Babama iyi geceler ve sabahki bıldırcın avında başarılar dilediler; keklikler konusundaki özverili hizmeti için tekrar teşekkür ettiler ve hatta Panky ona birkaç tane Müzikal Banka parası verdi; babam da memnuniyetle kabul etti. Sonra Sunchston yönüne doğru yola koyuldular.
Babam, bir kısmını sabah kahvaltıda yemek, diğerlerini de bulabildiği ilk uygun yerde atmak için kalan bıldırcınları topladı. Dağlara doğru döndü ama daha on adım gitmeden bir ses duydu ve arkasından kendisine “Güneş’in Oğlu’nun duasının doğru okunuşunu unutma.” diye seslenen Panky’yi gördü.
Babam duyulmayacağını bilerek ama yine de duygularını ifade edebilmekten memnun şekilde “Seni yaşlı aptal!” diye bağırdı.
5. Bölüm
Babam, Varlığından Haberdar Olmadığı Oğluyla Karşılaşır ve Onunla Bir Anlaşma Yapar
Son iki bölümde aktarılmış olan olaylar iki saat kadar sürmüştü. Bu yüzden babam ayak izlerini takip edip o sabah bıraktığı kampa doğru gidene kadar neredeyse gece yarısı olmuştu.
Artık giyilmesi yasak olan kıyafetle daha ileri gidemeyeceğinden bu gerekliydi. Bu vakitte, heykellere ulaşana kadar pek korucuyla karşılaşmazdı ve gayret ederse profesörlerin izin belgesinin süresi dolmadan kralın özel topraklarının sınırlarından vaktinde çıkabilirdi. Eğer sorun çıkarsa işi izinde adı yazılı kişilerden biriymiş gibi pişkinliğe vurmalıydı.
Yorgun olduğu hâlde heykellere tahmininden daha çabuk, sabah üç gibi ulaştı. Rüzgâr ılıktı ve profesörlerin o bıraktıktan kısa bir süre sonra görmüş oldukları izler yok olmuştu. Heykeller ay ışığında oldukça acayip göründü ama şarkı söylemiyorlardı.
İlerlerken profesörlerden edindiği bilgileri düzene koydu. Açıkça görünüyordu ki Güneş’in Oğlu ya da Güneş’in Çocuğu kendisinden başkası değildi ve Coldharbour’ın yeni adı şüphesiz onun Erewhon’da ulaştığı ilk kasaba olduğunu anımsamak içindi.
Onun insanüstü soyundan geldiği zannediliyordu ve balonla uçuşunun anlaşılmaz bir mucize olduğuna inanılmıştı. Erewhon’lular yüzyıllar boyu önceki kültürlerine ait bilgileri silmekteydiler, aslında müzelerden ya da bulunması zor ciltlerden hâlâ anlaşılması zor da olsa biraz bilgi edinilebilirdi. Ancak az sayıda arkeolog araştırma yaptığı hâlde, çalışmaları asla kitlelere ulaşmadı.
Şimdi her şeyi anladı. Gelecek pazar o ve annem buradan kaçalı yirmi yıl olacaktı. Bu 19.12.29’un anlamıydı. Şüphesiz Erewhon tabiatını Güneş’in doğasıyla birleştiren bir gelinle Güneş’in sarayına döndükleri günden itibaren yeni bir çağ başlatmışlardı.
Dolayısıyla 7 Aralık Pazar gününden başlayan yeni yıl 20.1.1 oldu. Tamamen bitmediyse de perşembe günü, otuz bir günlük ayın sonundan sadece iki gün sonraydı; ayrıca yılın da sonuydu. Yani profesörün izninde olduğu gibi XIX. xii. 29 olacaktı.
Daha sonraki sayfada ne olacağını burada açıklamalıyım. Yani Erewhon’lular yeni sistemlerine göre, bu dünya ve onun diğer gezegenleri haricinde Güneş’in Tanrı olduğuna inanmazlar.
Babam onlara astronomi hakkında az bir şey anlatmıştı ve onları sabit yıldızların da bizimkisi gibi etrafında gezegenlerin döndüğü ve büyük ihtimalle bizden ne kadar farklı olurlarsa olsunlar üzerlerinde akıllı canlıların yaşadığı Güneşler olduğuna ikna etmişti.
Bundan yola çıkarak Güneş’in bu gezegen sistemlerinin yöneticisi olduğunu, Hava Tanrısı, Zaman ve Mekân Tanrısı, Umut, Adalet ve babamın kitabında belirtilen diğer tanrıları kişileştirdikleri gibi kişileştirilmesi gerektiği teorisini geliştirdiler. Eski inanışlarını bu tanrıların gerçek varlığında sürdürdüler