Firdevs Hanım şüphesiz böyle bir suali bekliyordu, doğrulmayarak o da öyle yavaş sesle cevap verdi:
“Sebebini zannederim ki senin yanında söylemiştim.”
Bihter gülerek omuzlarını silkti. “Evet, fakat onlar, sizin itiraf ettiğiniz sebepler o kadar hafif şeylerdi ki, bu izdivaca razı olmanız için bilmem yeter mi?”
Firdevs Hanım yavaşça doğruldu, şimdi seslerinin gizli bir fırtına saklar gibi uyanmaya başlayan içten heyecanını zapt etmek isteyerek ikisinin de dudaklarında bir kısıklık vardı. Bihter başını kaldırmıştı, annesinin dizinden kolunu çekti.
“Seni bu izdivaca pek heves ediyor görüyorum Bihter!..”
Bihter muhakkak bir mücadeleyi mümkün mertebe geciktirmeye çalışan bir sesle cevap verdi:
“Evet, çünkü daha iyi bir fırsat zuhur edebileceğine artık ümit kalmadı, öteki kızınızın nihayet bir Nihat Bey’i zorla bulabildiğini pek iyi hatırlarsınız. Şimdiye kadar benim hakkımda da size bir müracaat vukusuna vâkıf değilim…”
Firdevs Hanım “Beni şaşırtıyorsun Bihter!” dedi. “Mutlaka gelin olmak için bu kadar acele ettiğini bana haber vermiş olsaydın…”
Bahsi sükûn ile bitirmek için azmetmekle beraber Bihter birden her vesile ile parlamaya hazır olan tabiatına mağlup oldu. Keskin bir sesle “Oh! Hayret edecek bir şey yok anne!” dedi. “Yirmi iki yaşında bir kız, birinci defa olarak kabul edilecek bir izdivaç talebi karşısında bulunur da nihayet rey beyan etmeye lüzum görürse acele etmiş olmaz zannederim. İtiraf ediniz ki Adnan Bey’i reddetmek için gösterdiğiniz sebepler belki başka bir kız için düşünülebilir. Fakat kabahat kendisinin olmadığı hâlde, kim bilir nasıl sebeplerle koca bulmaktan ümidini kesen bir kız…”
Bihter’in sesine gittikçe asabi bir titreme geliyordu. Boğazın sakin sularını yararak Karadeniz’e doğru yol alan büyük bir yük vapurunun velvelesi Bihter’in son sözlerini boğmuştu. Firdevs Hanım şimdi büsbütün doğrulmuştu. Anne kız, karanlıkta, birbirini boğmak isteyen iki düşman gibi, yüz yüze, nefes nefese, gözleriyle birbirini araştırarak duruyorlardı. Firdevs Hanım sordu:
“Ne vakitten beri kızlar annelerine karşı izdivaç hakkında serbest serbest lakırtı söylemeye başladılar?”
Bihter, beş dakika evvel pamuk pençeleri altında tırnaklarını saklayan bir kedi sokulganlığıyla gelen bu kız, artık silahlarını çıkarmıştı; derhâl cevap verdi:
“Anneler anlaşılamayacak sebeplerle kızlarının izdivaçlarına engel olmaya başlayalıdan beri!”
“Bihter!..
Annene karşı idare edilecek lisanı tayin edemiyorsun. Sana daha ziyade terbiye verdim zannediyordum.”
Artık mücadeleyi açık bir harp olmaktan menedecek bir kuvvet kalmamış idi. Sesleri yükseliyor, nihayet fırtına patlıyordu; sofradakiler, Nihat Bey’le Peyker belki işitebilirlerdi. Bihter daha ziyade yaklaştı ve nefesi, annesinin cildine dokunarak cevap verdi:
“Bunu terbiye noksanından ziyade kızlarınıza muhabbet, hürmet hissettirememiş olmanıza yormak doğru olur! Teessüf ederim ki, size birinci defa olarak ihtimal bir daha unutulmayacak şeyleri söylemeye mecbur oluyorum fakat kabahat sizin… Kızınızı tenkit etmeden evvel bir kere, sizi davet ederim, kendinizi düşününüz. Adnan Bey’i niçin reddettiğinizi tamamen biliyor musunuz? Yaşlarıyla çocukları için, diyeceksiniz. Nihat Bey’in de yaşı elli miydi? Onun da çocukları mı vardı? Hâlbuki bugün bana yapmak istediğiniz şeyi o zaman Peyker’e yapmış idiniz. Nihayet mağlup oldunuz, bu defa yine mağlup olacaksınız fakat bu mağlubiyet size daha acı geliyor çünkü…”
Firdevs Hanım hırsından boğularak sordu:
“Çünkü?..”
Bihter, şimdi karşısındakinin ızdırabından haz alan, yaraladıktan sonra bıçağını yaranın içinde kanırtarak çeviren bir vahşet insafsızlığıyla söylüyordu:
“Çünkü?.. İşitmek istiyorsunuz, öyle mi?.. Çünkü ben de bu evde birisini bilirim ki eğer Adnan Bey onu istemiş olsaydı…”
Firdevs Hanım’da artık zaptı mümkün olmayan bir hiddet feveran etti; elinin tersiyle Bihter’in ağzından cümlesinin aşağısını durdurmak isteyerek çarptı. Bihter, bir çılgın gibi iki ellerinin bir kasılmasıyla annesinin iki ellerini tuttu ve dişlerinin arasından ıslık çalan bir sesle “Evet, onu istemiş olsaydı…” dedi, “koşacaktı, sevincinden çıldırarak koşacaktı!”
Firdevs Hanım kendisini sandalyesine salıverdi. Beş saniye evvel hastalıklı asabında kalan bir kuvvet bakiyesiyle isyan ettikten sonra tekrar bir zaaf, onu bir müddetten beri her konuşmada artık mağlup eden çocukça bir zaaf, cevap vermekten menetti; gözlerine yaşlar hücum etti ve bütün hayatının cezası bu gece kızının ağzından dökülen bir kadın, orada, karanlık gecenin içine birer hazin katre ile ağlayarak dökülüyor zannolunan semanın sönük, dargın yıldızları altında uzun uzun ağladı.
Bihter, birden onu ağlıyor görünce istemeksizin, düşünmeksizin, belki iki buse arasında bitirebilmek ümidiyle başlanıp da gözyaşlarıyla bitirilen bir mücadelenin neticesine karşı donmuş, duruyor; karşıda kırmızı fenerin ateşin4 bir yılan gibi kıvranıp uzanan ziyasına dalarak başını çeviremiyordu.
Meselede galip çıktığından emin idi, annesinin bütün bu gözyaşları onun galibiyetine birer delil demekti, lakin şimdi bunlar ona da ağlamak hevesini veriyordu, bir kelime söyleyecek olursa kendini zapt edemeyeceğinden korktu. Dudaklarını ısırarak, sahili küçük küçük şamarlarla tokatlayan dalgaların çarpıntısı arasında annesinin iri iri nefeslerini işiterek durdu; kalplerinde valideyi çocuklarına bağlayan hürmet ve muhabbet ilgisi teessüs edememiş bu iki vücut, iki düşmana benzeyen bir anne ile kız, derin, ağır, soğuk, sanki aralarında yatan bir tabutun mateminden gelen bir sükûtla hareketsiz kaldılar.
İkisinin arasında kırılmış bir şey, lakin yapılmış bir izdivaç vardı.
Bu gece Bihter odasına bir zafer sevinciyle girdi. Şimdi artık gerçekleşeceğinden emin olduğu hülyasıyla yalnız kalmak için acele ediyordu. Üstündeki şeyleri koparıp atmak isteyen ellerinin seri hareketleriyle soyundu, omuzlarından kayan gömleğiyle pencereye kadar gitti, panjurları çekti, camı indirdi, kandili yaktı, mumunu söndürdü, yatağının kenarına oturarak çoraplarını çekip attı; her şeyden uzak, her şeyden ayrı, yalnız hülyasıyla beraber kalmak için yatağına girdi, eliyle cibinliği çekti.
Ötede kandilin titrek ziyası odanın mahrem gölgeleriyle boğuşuyor gibiydi; masanın üzerinde şişelerin irileşen, nispet haricinde şişen gölgeleri odanın döşemesine dökülüyordu. Şimdi Bihter yatağının içinde, hakikatle hülyanın arasına cibinliğinin tül duvarını çekerek yatıyor, odanın sükûnunda bir uyku nefesi uçmaya başlıyordu. Yalnız -ufuklardan bir parça güneş istemek için yuvasının kenarında bekleyen beyaz bir güvercin yavrusu gibi- yataktan, cibinliğin arasından küçük, tombul bir ayak sarkıyor; asabi bir hırçınlıkla sallanarak şuh, çapkın bir davet manasıyla güya bu emel yatağına takım takım hülyalar çağırıyor; “Evet!” diyordu. “Buraya geliniz görkemli yalılar, beyaz kikler, maun sandallar, arabalar, kumaşlar, mücevherler, bütün o güzel şeyler, bütün o yaldızlı emeller… Siz, hepiniz buraya geliniz…”
2
Bugün Adnan Bey açık sarı boyalı yalıdan çıktıktan sonra maun sandalına kalbinde büyük bir hafiflikle atlamış idi. Kendisini aylardan beri içinden çıkılmaz