Tamamlayamıyordu, kendi sesinde öyle bir şey fark etmişti ki soğuk bir titreme ile vücudunu titretiyordu. Cinayetini itirafa kuvvet bulamayan bir suçlu korkaklığıyla bu çocuğun karşısında sustu. Nihal yavaşça elini çekmişti, babasından bir adım uzaklaştı; sessiz, sapsarı dudaklarında bir sualin çekingenlik nefesi titreyerek babasına baktı. Bu suali sormadı. Niçin? Bilinemez. Hiçbir şey fark etmeyerek, babasının sözlerinde hiçbir fikir keşfetmeye çalışmayarak birden hissetmişti ki şu dakikada dünyada her şeyden ziyade sevdiği bu adam, bu baba, birinci defa olarak, her vakitkine benzer bir hiç için ufak bir yalanla değil, hayatını hemen orada kırıverecek müthiş bir yalanla kendisini aldatmak istiyor.
Şimdi oda karanlıktı, birbirlerini bir gölge arasından görüyorlardı, aralarında bir gecenin sinirleri üşüten soğuk rüzgârı uçuyor gibiydi. Baba kız, bir kelime söylemeyerek, sinirlice bir çekingenlik hissiyle hareket etmeyerek bakışıyorlardı. Başlandıktan sonra mutlak devam etmesi lazım gelen bu konuşma birden bir sekte ile kopmuş, kesilmiş oldu fakat bu sükûttan çıkmalıydı. Adnan Bey şimdi kendisini tenkit ediyordu; evet, hemen bugün, henüz bir şey yapılmadan, henüz bir cevap bile alınmadan niçin söylemeye lüzum görmüştü?
Birden sofada Bülent’in bir çıngırağa benzeyen kahkahalarıyla koştuğunu işittiler, arkasından birisi kovalıyordu. Bülent kaçıyor, kâh kahkahalarıyla minimini ayaklarının gürültüleri bu sessiz facianın kenarına kadar gelip yuvarlanıyor kâh sofanın uzak köşelerinde kayboluyordu. Adnan Bey bir şey söylemiş olmak için “Yine Bülent’i Behlûl kovalıyor galiba…” dedi.
Nihal “Zannederim.” dedi. “Söyleyeyim de bıraksın. Çocuk yorgun, bugün bütün gün yürüdük…”
Nihal, şüphesiz kaçmak için bir sebep arıyordu. Fakat bu konuşma orada bırakılamazdı, şimdi o noktada durmayı daha fena bularak Adnan Bey mutlak söylemek ve Nihal’e söyleyemezse başka birisine söylemek için o anda karar verdi.
“Nihal!” dedi. “Mürebbiyene söyler misin kendisini görmek istiyorum…”
Nihal, karanlıkta beyaz bir gölge gibi hafifçe silinerek çıktı. Sofada gürültü devam ediyor; Bülent kendisini sanki tutamayarak kovalayan Behlûl’den kaçmak için, artık yorulmuş nefesi kahkahalarına yetemeyerek, koltukların arkasına, köşelere sokuluyor, ardından gelenin hamlesine hazır, heyecanla bekliyor; hamle vuku bulunca bir çığlıkla tekrar sofada cevelan başlıyordu.
Nihal çıkar çıkmaz ciddi bir sesle Bülent’e bağırdı:
“Bülent!.. Yeter artık, yine terleyeceksin, seni böyle azdıranlarda kabahat!..”
Bu, Behlûl’e karşı açık bir itirazdı. Nihal, Behlûl’ün yüzüne bakmıyordu. Onlar -bu iki kardeş çocukları- evin içinde iki düşman idiler. Yine üç günden beri Nihal, olmayacak bir sebepten, mürebbiyenin şapkasına dair Behlûl’ün bir itirazından doğan müthiş bir kavgadan sonra onunla lakırtı etmiyordu.
Behlûl onu görünce durdu, dişlerinin arasından çıkardığı diliyle ince sarı bıyıklarını ıslatarak alaycı gözlerle yandan bakıyordu. Nihal Bülent’i elinden yakalayarak yukarıya götürürken Behlûl burnunun ucunu kaşıyarak arkasından bağırdı:
“Mlle de Courton’a samimi saygılarımı sunarım.”
Heceleri çekerek ilave etti:
“Ve o güzel şapkasının latif çiçeklerine…”
Nihal karşılık vermedi, her zaman bu kadar bir istihza saatlerce kavga için yeterken bu defa şüphesiz içten bir karşılığa tercüman olan latif bir dudak burmasıyla kanaat etti. Hâlâ salıvermemek için bileğinden tuttuğu Bülent’le koşarak çıkıyordu. Bülent artık zapt olunamayan, tutuşmuş taze kanıyla, şimdi ablasının elinde, sıçrıyor, basamaklardan hopluyordu. Yukarıya, sofaya çıkınca bileğini kurtardı ve birden serbest kalmış bir tay sevinciyle koşmaya başladı. Nesrin avizenin iki mumunu yakıyordu, yetişebilmek için bir iskemlenin üstüne çıkmıştı, “Aman paşam, bana çarparsan düşerim…” diyordu. Bülent ona cevap vermiyordu. Arkalarından, sessiz, takip ederek yukarıya çıkan Beşir’i görmüş, ona koşarak ancak beline yetişen minimini kollarıyla, kızlığa yakışan zarafeti henüz on dört senelik tazeliğiyle daha ziyade belli olan bu zarif, ince Habeşi’nin vücuduna sarılmıştı. Ona yalvararak, Peyker’in hoşuna giden yumuk yumuk gözleriyle Beşir’in insana öpmek hevesini veren süzgün, narin çehresinden bir kabul cevabı bekleyerek “Haydi!” diyordu. “Yine arabaya binelim, hani, biliyorsun a, geçen gün nasıl koşmuştuk! Haydi, Beşirciğim, haydi!..” Ona tırmanarak, artık biraz kabule razı görünen bu çehreyi buselerle örtmek için yükselmeye çalışarak yalvarıyordu. Beşir, şimdi gözleri Nesrin’in yaktığı avizenin fanuslarına dikilmiş zihninin dağınıklığı içinde yukarıya ne yapmak için çıktığını arayan Nihal’e bakıyor; ondan bir emir, bir küçük işaret bekliyordu.
Onun böyle nefes almak için rızasını bekleyen bir teslimiyet nazarıyla, itaat etmekten, emir almaktan, hayatının idare edilmesinden bahtiyar olan gözlerle Nihal’e bakışları vardı ki bu, biçare mahlukun ruhunu genç kızın ayaklarının altına sererdi.
Birden Nihal hatırladı, kendi kendisine “Matmazel!..” dedi. Nesrin şimdi elinde mumlu fitil ile yukarı katın işini bitirmiş aşağıya inmek için gecikiyor, artık serbest kalan iskemleyi Beşir’in önüne getiren Bülent’e “Aman paşam, o iskemle bana lazım, daha aşağıki sofanın avizesini yakacağım.” diyerek fakat asıl araba oyununu seyretmek için sırıtıyordu. Nihal geçti, sofanın bir kapısından yatak odalarına giden bir koridora girilirdi. Üçüncü odanın kapısını vurdu.
Mürebbiye her seyrandan dönüşte çocukların elbiselerini değiştirdikten sonra odasına kapanır, soyunmak, yıkanmak, tekrar giyinmek için saatlerce orada kalırdı. Bu esnada ihtiyar kızın özel odası çocuklara, herkese karşı kapalı idi.
Nihal bağırdı:
“Matmazel! Babamın yanına gider misiniz? Sizi görmek istiyor…”
Sonra, cevabı işitmeden kaçtı, tekrar sofaya çıktı.
Sofada şimdi araba cevelanı başlamıştı. Seyirciler bile çoğalmıştı. Nesrin hâlâ elinde mumlu fitiliyle iskemlenin serbest kalmasına bekliyordu; Şakire Hanım’ın kızı Cemile -henüz on yaşında bir çocuk- oyuna iştirak etmek için hevesle dolu gözleriyle seyrediyordu; Nesrin’i çağırmak için yukarı çıkan Şayeste -Şakire Hanım’ın izdivacından sonra başkalfa olan- ara sıra, “Kız, ne duruyorsun? Aşağıda göz gözü görmüyor, beyefendi ne der?” sualini fırlatarak Bülent’in seyranına bakıyordu.
Nihal oturdu. Evvela biraz tereddüt ederek oyuna ufak bir fasıla veren Beşir, onun itiraz etmediğini görerek tekrar üzerinde Bülent’le iskemleyi çekmeye başlamıştı.
Ara sıra Mlle de Courton çocukları Beyoğlu’na indirir; onları, öteden beriden bin türlü şeyler almak heveslerine serbest bir cevelan vermek için mağazadan mağazaya dolaştırırdı. Bu seferler esnasında Bülent’i en ziyade çıldırtan araba seyranıydı. Yaz kış mahkûm oldukları yalı hayatından böyle nadir vesilelerle kurtularak arabada gezmek onun için bir bayramdı.
Şimdi Beşir’le beraber Beyoğlu’nda böyle bir araba seyranı yapıyorlar, koltukların önünde durarak mağazalara uğruyorlar, ufak tefek alıyorlardı: “Arabacı!” diyordu. “Şimdi Bon Marche’ye!.. Ah! Geldik mi? Evet, geldik! İşte camlığın5 içinde bir kılıç… Baksanıza, bu kılıç kaç lira?.. Beş lira mı?.. Hayır, pahalı! On beş kuruş… Amma iyi sarınız… Hazır mı?.. Ne kadar da uzun! Arabaya sığmayacak…”
Kim