Henüz on sekiz yaşında, henüz bu çiçekten Göksu kendisine bir teselli yadigârı bırakacak bir koku almaya vakit bulmadan… Fakat ertesi hafta -iki hafta arasında bir izdivacın mühim değişimi vuku bulmamışçasına- Firdevs Hanım yine Göksu’da, yine bir hafta evvel etraftan selam toplayan gözleriyle görünüverince bütün dere bir ferahlık nefesiyle şişti ve bu defa artık etrafında dolaşmakta izdivaç ihtimallerinin girdapları açılan on sekiz yaşında şiir ve gençlik ile dolu bir tehlike değil, izdivacının vukusu akabinde seyran hayatına sadakat ispatı için Göksu’yu selamlamaya gelen Firdevs Hanım’ın sandalına bütün derenin sevda arkasında gezginci sandalları tam bir teslimiyet ile takıldı, sürüklendi gitti.
Göksu’da bundan evvel Firdevs Hanım’ın izdivacı rivayeti -ucunda ağır bir kurşun parçası sallanan olta iğnesi gibi- düştüğü noktanın etrafında gittikçe genişleye genişleye açılan daireler çizmiş idi; herkes bu dairelerin haricinde kalmak, yalnız ufak, çekingen bir temasla iğnenin ucundan biraz yem koparmış olduktan sonra kaçmak isterdi, bir safderunun avlanmasını bekleyerek yalnız seyretme hâlinde kalmak tercih olunurdu.
Safderunun kim olduğu belli olduktan sonra merak giderilmiş, hatta bu biçare kurbanın mevcudiyeti bile unutulmuş idi; artık ortada iğnesinin ucu kırılmış bir avcı, avlamaktan ziyade avlanmayı bekleyen ve buna hazır bir Firdevs Hanım kalmış idi.
Daha doğrusu bu izdivaçta Firdevs Hanım aldanmış idi: İzdivaç ona beklediği şeylerden hiçbirini getirmiyordu yahut bunlardan o kadar az bir hisse getiriyordu ki, birden kendisini hülyalarında aldatmış olan bu adama düşmanlık etti. Bu izdivaç, ona, saf bir genç kız emelini tatmin etmiş olmak tesellisini bile vermiyordu. O izdivacında gençliğinin hiçbir sevda temayülüne uymamış idi, bütün aşk ve arzu emellerini feda ettikten sonra bu fedakârlığa karşılık elinde hemen bir hiç görünce acı bir pişmanlık duydu; kendi kendisine “O hâlde, mademki böyle olacaktı, niçin…” der, bu sualin arasında hep kendisine zengin bir izdivaç yaptıramayacaklarından dolayı ihmal edilen çehreleri görür ve “Evet, o hâlde ne için onlardan biri olmadı?” sualiyle cümlesini tamamlardı.
Firdevs Hanım tamamıyla serbest idi, hatta denebilirdi ki bu kadın izdivaç münasebetlerinde vazifeleri değiştirmiş, kocalık sıfatını kendisine alıkoymuş idi. Bir hafta içinde eşini Melih Bey takımından yapmış idi.
Bir gün kocasının gözleri önünde, Göksu’da Firdevs Hanım’ın sandalına -içinde bir pembe zarfın yazısı saklanmış- bir demet atıldı. O akşam birinci defa olarak bir kıskançlık kavgasına girişmek kastıyla kocası demeti, mektubu sordu; Firdevs Hanım her türlü kavga başlangıçlarını birden kesen bir nazarla doğruldu. “Evet!” dedi. “Bir demet, içinde de bir mektup! İstersen okuyabilirsin. Daha yırtmadım. Fakat sonra?.. Ne olacak sanki? Halkı çiçek atmaktan, mektup yazmaktan menedecek ben değilim. Bence yapılacak bir şey varsa cevap vermemektir.”
Sonra kocasına eğilmiş ve parmağını sallayarak işaret etmiş idi: “Hem baksanıza, size tavsiye ederim, bana kıskançlık meseleleri icat etmeyiniz, belki beni cevap yazmaya mecbur edersiniz…”
İki sene sonra Peyker, üç sene fasıla ile Bihter doğuyordu. Firdevs Hanım için bu iki vaka, iki mühim musibet darbesi hükmünde idi. Kendisini böyle biri biri üstüne valide eden bu adamla artık her gün cenkleşiyor; ona, çocuklarına, kendisini gençliğinden ayırmak isteyen bu şeylere, her şeyi kavga vesilesi sayan bir düşman kesiliyordu.
“Ömrüm sana çocuk yetiştirmekle mi geçecek?” cümlesi en beklenmeyen zamanlarda kocasının yüzüne vurulacak bir kamçı idi. O, bu kamçı darbelerine yüzünü uzatır, gülerek bu müthiş kavgaların neticesini beklerdi. Karşısında bu erkeği o kadar zelil, o kadar miskin görmekten husumetine bir de nefret rengi karışırdı. Bu, ikisinin arasında senelerce süren bir cehennem hayatı oldu…
Bir gün Firdevs Hanım İstanbul’dan eve dönerek odasına çıkınca birden garip bir manzara karşısında dondu: Çekmecesinin gözleri kırılarak açılmış, öteye beriye çamaşırları, kurdeleleri, mendilleri dağıtılarak atılmış idi. Birden bunların arasında buruşturulmuş, yırtılmış, etrafa serpilmiş kâğıt parçaları gördü ve hepsini anladı.
Nihayet kocası, senelerden sonra damarlarında birdenbire bir kocalık kıvılcımının tutuştuğunu hissederek gelmiş, bu kadının hususi hayatına ait sırlar mahfazasını parçalamış idi.
Hiddetli bir isyan ile bir dakika beklemeyerek odasından fırladı; önüne Peyker -o zaman ancak sekiz yaşında olan büyük kızı- geçti. “Anne!..” dedi. “Bey babam bayıldı, hasta yatıyor…”
Çocuğu kollarından tutarak fırlattı, kocasının odasına koştu; bütün hayatının saklanmış kinlerini bu adamın başına çarparak artık her şeyi kırmak, rabıtaları parçalamak istiyordu lakin odaya girince sedire yığılmış yatan bu yıldırımla vurulmuş vücudun karşısında dondu. O, gözlerini çevirerek karısına baktı, bütün kirletilen hayatının serzenişleriyle dolu bir nazar… Birinci defa olarak kocasına cevap vermedi; şaşkın, dudakları titreyerek, gözlerini ayıramayarak durdu; kocasının gözlerinden iki sessiz yaşın yuvarlandığını gördü.
Bir hafta sonra dul kalıyordu. Dul kaldıktan sonra birden kocası hakkında bir merhamet hatta bir muhabbet duydu; onun ölümüne bir parça da kendisini müsebbip sayıyordu. Fakat bu, bir ay sonra mesirelerde tekrar görünmeden onu menedemedi. Bu defa onun hülyasında on sene evvelki emel gayesi tekrar can bularak parlamaya başlamış idi: Bir kese bulmak, fakat öyle bir kese ki içinden avuç avuç, saymaksızın alabilmek mümkün olsun.
İşte seneler insaftan mahrum bir seri cereyan ile hep geçiyor ve Firdevs Hanım’ın hülya dolu gözlerine karşı altın pırıltısı ile parlayan o kesenin şaşaası hep talihin kıskanç elinde sönüyordu.
Peyker, Adnan Bey için “Evet, gözlerini Bihter’den ayırmıyor.” cümlesiyle onun kalbini burmuş idi. Demek bunu da elinden Bihter alacaktı? Peyker’den sonra Bihter?.. Bu iki kız onun nazarında birer rakibe, onu böyle elinden ümitlerini ala ala öldürecek birer düşman idi.
Peyker’in izdivacı onun için müthiş bir darbe olmuş idi: Mesele çıkar çıkmaz kızının izdivaç fikrine karşı isyan etti, özellikle Peyker’in yapmak istediği gibi bir aşk izdivacına affolunmaz bir kabahat nazarıyla bakıyordu. Razı olmamak için bir müddet uğraştı, sonra Peyker’in firar etmek tehdidine karşılık bütün kuvvetleri düşerek mağlup bir teslimiyetle rıza gösterdi. İlk önce evde kendisine resmiyet dairesinde bir eda ile “valide hanımefendi” diyen bir damat görünce birinci defa olarak ihtiyarlamış olmak acısını duymuş idi, sonra yavaş yavaş zaman bu acının üzerine ince bir kül tabakası çekmiş idi fakat şimdi büyük valide olmak tehlikesi o külleri savuruyordu.
Çevik bir hareketle Bihter rıhtıma atladıktan sonra elini Peyker’e uzattı. Gebeliğinden beri kendisinin böyle küçük dikkatlere mazhar edilmesinden Peyker haz alıyor ve henüz hamileliği mahsus bir yük olacak derecede ilerlememiş olmakla beraber yürüyüşünde, gezinişinde yardıma muhtaç görünen bir mecalden mahrum tavır sergilemeyi süs sayıyordu. İki kız kardeş rıhtımda annelerini bekleyerek durdular. O, bilakis kimsenin yardımına ihtiyaç göstermek istemezdi. Kendisinden beklenemeyecek bir hafiflikle sandalda ayağa kalktı, rıhtıma atladı.
O zaman bu üç kadın giyiniş tarzlarının