Bülent ter içinde idi. Şayeste bir iskemleyi, Nesrin yazıhanenin gözlerini yüklenerek yürürlerken, o Beşir’in sürükleye sürükleye götürdüğü perdenin bir ucundan yapışarak “Yol verin, hamallar geçecek, bir tarafınıza çarpmasın!” nidalarıyla koşuyordu.
Bülent’in bu gürültüleri arasında Nihal birden sıkıldı, Mlle de Courton’a “Gidelim… Gidelim artık buradan!..” dedi.
Buradan, bu evden kendisine hıyanet eden birisinden firar edercesine uzaklaşmak istiyordu.
On beş günden beri adada idiler. Burada her şey unutulmuş gibiydi fakat Mlle de Courton, Nihal’de gizli bir hissin, yavaş yavaş tırnaklarıyla içini kazıdığını, çocuğun bahsetmek istemeksizin bir şeyi beklediğini her vakitten ziyade artan duramazlığından anlıyordu. Bugün yine Bülent’in zorlamasına dayanamayarak sabahleyin bir merkep seyranı yapıyorlardı. Adayı büyük bir halka içinde sıkan yolu dolaşacaklardı. Merkebe binmekten nefret eden Mlle de Courton ile Nihal, hala hanımın tek atlı, iki tekerlekli arabasında idiler; Bülent’le Beşir onlara yetişebilmek için çığlıklarla merkeplere biraz daha sürat vermeye çalışıyorlardı. Beşir’in kırmızı fesiyle çehresinin üstünde şimdi tozdan beyaz bir bulut vardı. Bülent’in fesinden taşan ince kumral saçları terden alnına, şakaklarına yapışıyordu, tombul yanakları al al yanıyordu.
Merkep süvarilerini pek geride bırakmamak için arabayı yavaş yavaş idare ediyorlar, arkalarında Bülent’le Beşir’in seslerini, merkeplerinin minimini ayak gürültülerini işitiyorlardı. Ara sıra Beşir arkada kalıyor, erkekliğini kaybetmiş Habeşlere mahsus ince ve narin sesiyle “Beyim, çok koşuyorsun, düşeceksin, beni bekle!” diye bağırıyor, o zaman Bülent ablasına sesleniyordu:
“Durunuz, bir parça dursanıza, işte benimkini zapt edemiyorum.”
Mlle de Courton Nihal’in elinden dizginleri kaparak, tek tük geçenlere yol bırakmak için kenara çekerek arabayı durduruyordu. Yine böyle durmuşlar, ta arkada, uzakta küçük bir arızaya uğrayan merkep süvarilerini bekliyorlardı. Galiba Bülent’in kamçısı düşmüş idi, Beşir inerek onu arıyordu.
Adanın üstünde sıcak bir gün hazırlanıyor; etrafta, ufkun müphem maviliklerinde yavaşça bir sis uçuyordu. Uzakta İstanbul, minareleriyle, camilerinin kubbeleriyle, tepelerinin yeşil ağaç kümeleriyle köpükten bir deniz içinde titriyor gibiydi.
Sabahtan beri aralarında nadir kelimeler konuşulmuş idi. Nihal başını çevirmiş, Beşir’in şimdi boş kalarak yavaş yavaş ilerleyen merkebine bakıyordu. Birden, on beş günden beri birinci defa olarak Mlle de Courton’a sordu:
“Ne vakit gideceğiz?”
“Ne vakit isterseniz çocuğum!”
Nihal ihtiyar kızın yüzüne baktı, ilk önce hayretini zapt edemedi: “Ah!..” Sonra biraz durarak ilave etti: “Demek artık bitti mi?”
Nihal, hayatı sınırlı bir daire içinde geçen, hayattan ancak babasıyla mürebbiyesinin, kitaplarıyla dadılarının söyledikleri kadar malumat alan, bilgiç eş dosta malik olmayan genellikle on iki yaşında çocuklardan fazla bir şey bilmezdi. Hayata dair bildikleri bütün tesadüfle işitilmiş, sokakta araba ile geçerken görülmüş şeylerden küçük muhakemesinin karışık sonuçlarıyla sınırlanmıştı.
Eve bir kadın geleceğini anlar anlamaz bunun esas mahiyetini düşünmeksizin sırf hissî, sırf sinirli bir eza duymuş idi; bu meselede muhakemesinin hiçbir tesiri yoktu. Bu his en doğru olarak kıskançlık tabiriyle özetlenebilir idi: O; gelecek kadından her şeyi, hele babasını, Bülent’i, daha sonra Beşir’i, bütün ev halkını, evi, eşyayı hatta kendisini kıskanıyordu; bu sevilmiş şeylerin içine girmekle o kadın bunları çalacak, elinden alacak; evet, nasıl, pek iyi çözümleyemiyor, açıklıkla düşünemiyor fakat ruhu hissediyordu ki o geldikten sonra kendisi şimdiye kadar sevdiklerini artık sevemeyecekti.
Bu söz çıktıktan sonra yanında fazla lakırtı etmemek için ev halkı kendisinden kaçıyor; o, Şakire Hanım’ın odasına girerken önüne diz çökmüş bir şeyler anlatan Şayeste birdenbire susuyor, Nesrin ikide birde göğüs geçirerek “Of!” diyor, bütün bu etrafındakilerden bir gizli mana yayılıyordu. Demek bir şey olacaktı ki o anlayamıyordu hatta Cemile’nin bile yuvarlak çehresinde parlayan gözleri bu küçük kızın Nihal’den ziyade bilgisi olduğunu gösteriyordu.
Evvela galebe çalınamaz bir öğrenme merakı hissiyle Mlle de Courton’un zorlamasına rağmen adaya gelmemek için inat etmiş idi. Orada hazır bulunmak, araştırıcı bir tarihçi özeniyle bütün vakanın tafsilatına müteyakkız bir şahit sıfatıyla kalmak istemiş idi. Kimseden bir şey sormuyordu, o vakaya dair bir kelime söylemiyordu; yalnız anlamak, görmek istiyordu. Sonra, odalarının dağılacağına, o güzel isfendan takımın oraya konulacağına vâkıf olunca artık daha ziyade durmaya kuvvet bulamamış, vakanın henüz şu ilk çarpışmasıyla mağlup olarak kaçmak istemiş idi.
İşte on beş günden beri, güya uzakta ölen kıymettar bir hastanın can çekişme ezasını duyarak fakat bir kelime söylerse neticeyi hızlandırmış olacağından korkarak hep onu düşünüyordu. Adaya gelmek için rıza gösterdiğine pişman idi. Daha ziyade, nihayetine kadar durmalıydı. Kalbinde öyle bir korku vardı ki dönüşlerinde yalı, babası, her şey kaybolmuş, bir rüzgâr onları savurmuş olacak zannettiriyordu. O, orada kalsaydı bu rüzgâr esmeyecek, bu rüzgâr hiçbir şey yapamayacaktı.
Daha sonra babasına açık olamayan bir kini vardı. Her vakit onlar adaya geldikçe o da ikide birde gelir, günlerce beraber kalırdı; bu defa hiç, hiç uğramamış hatta merak ederek bir adam bile göndermemiş idi. Son günlerde Mlle de Courton’a babasından asla bahsetmedi.
Adnan Bey çocukların dönüşünü mümkün mertebe geciktirmek istiyor, Bihter bilakis her gün onlardan bahsederek “Artık getirseniz! Bilseniz onları görmek için ne büyük hevesim var!” diyordu.
Çocuklarla ilk görüşmeden Bihter de korkuyordu, onlarla bütün müşterek hayatta münasebet tarzının bu ilk görüşmeyle meydana çıkacak tesire uyacağını zannediyordu.
Bugün Adnan Bey evlenmesinden sonra birinci defa olarak İstanbul’a inmek üzere Bihter’den, saçlarının üstüne kondurulmuş bir buse ile ayrılıyordu. Genç kadın yalvaran bir sesle “Bugün artık haber gönderirsiniz, değil mi?” diyordu.
Birden merdivenin aşağısında bir gürültüyle taze, şakrak bir kahkaha işittiler. Adnan Bey durarak “İşte onlar! Bülent’in kahkahası… Artık sabahtan akşama kadar Bülent’in bu kahkahasını her gün dinleyeceksiniz.” dedi.
Şimdi Bülent koşarak merdiveni çıkmış, arkasından takip edenlerden -Şayeste ile Nesrin’den- kurtulmuş idi. Doğru babasına atıldı, minimini kollarıyla sarıldı, dudakları babasının ancak yeleğine yetişebiliyordu; bu küçük küçük lacivert çiçeklerle beneklenmiş beyaz pikeyi on beş günlük özleminin feveranıyla öptü, öptü; sonra birden durarak, karşısında bir tebessümle bekleyen kadına bakarak gözlerini babasının yüzüne dikti. Ondan bir cevap, bu kadına ne yapmak lazım geleceğine dair bir emir bekliyordu. Adnan Bey sadece “Annen Bülent, onu da öpmez misin?” dedi. O zaman Bülent, belki biraz da çocukların şık, genç, güzel kadınlara sokulmak için duydukları