“Evet, öyle bir kadın girecek olursa bütün ev birden değişecek; bugün istedikleri gibi yaşayan bu hizmetçiler, bak, onun elinde ne olacak, hatta Bülent hatta sen, anlıyor musun Nihal?.. Senin için öyle şık, zarif, genç, güzel bir anne…”
Behlûl tamamlayamadı, birden mekanik bir kuvvetle yerinden fırlayan Nihal ellerini uzattı ve yorgun bir sesle bağırdı:
“Oh! Yetişir, yetişir, fena oluyorum Behlûl!”
Behlûl sustu, birden hatasını anlamıştı, her vakitkine benzer bir latife ile konuşmayı bitirmek istedi, kuvvet bulamadı. Nihal bir şey söylemeye çalışarak bakıyordu, sonra vazgeçti ve yavaş yavaş çıktı.
Behlûl o gençlerden biri idi ki onlar yirmi yaşında hayatı tamamıyla öğrenmiş olurlar, mektepten hayata çıkarken sahneye ilk defa çıkan acemi bir sanatkârın heyecanını bile duymazlar, hayat onlar için mektepte bütün sırlarıyla öğrenilen bir komedi hükmündedir, onu o kadar iyi öğrenmişler, onun esas mahiyetini öyle nüfuz eden bir vukufla büyülemişlerdi ki sahneye çıkınca ufak bir başlangıç çekingenliğinden uzaktırlar. Behlûl bir seneden beri geniş bir komedi sahnesi olmaktan başka bir sıfatla telakki etmediği hayata girmişti: Burada hissettiği yegâne hayret, evvelden bilinip öğrenilmemiş, keşfedilip anlaşılmamış bir şey bulamamaktan ibaret idi.
Babası vilayetlerden birine memur olup gittikten sonra Behlûl Galatasaray’da yatılı olarak bırakılmış idi, haftada bir gece Adnan Bey’in yalısına giderdi; babası o kadar uzakta idi ki tatil zamanlarını uzun bir seyahat için israf etmektense İstanbul hayatı hakkında mektepte başlanan öğrenimi genişletmek ve tamamlamak için kullanmayı tercih etmişti.
Hayallere kapılır değildi, hayatı bütün maddiyet ve yoksulluğuyla görürdü. Mektepte geometri kitabının üstüne başını koyup da pencereden bir köşesi görünen semaya dalarak fikrinin bir hülya seçkinliği arkasından uçuşu vaki olmuş bir şey değildi. Öğrendiklerini öğrenmek için, bilmemiş olmamak için öğrenirdi, ne geleceğine ait bir emel sarayı kurmuş ne gençliğine ait bir şiir demeti bağlamış idi. Hayat onun için uzun bir eğlence idi. En ziyade eğlenebilenlere yaşamak için en ziyade hak sahibi olanlar nazarıyla bakardı.
Eğlenmek… Bu kelimenin manası da Behlûl’de değişikliğe uğramış idi. O hakikatte hiçbir şeyden eğlenmezdi. Bütün eğlence yerlerine koşardı, bütün gülünecek şeyleri arardı, ihtimal herkesten ziyade gülerdi fakat eğlenir miydi? Eğleniyor görünürdü, onun için eğlenmek, eğleniyor görünmek demekti. Bütün gülüşlerinin, eğlenişlerinin altında saklı olan bir can sıkıntısı vardı ki onu daima bir zevkten diğerine sevk ederdi. Geceyi Tepebaşı’nda bir opereti dinleyerek geçirdikten sonra ertesi gün Erenköy bağlarında bir siyah çarşafın peşinde dolaşırken görülürdü; bir pazar günü Konkordiya kadın şarkıcılarından birini araba ile Maslak’a kadar götürür, bir cuma günü Çırçır Suyu’nda saz dinlerdi. İstanbul’un hiçbir eğlence yeri yoktu ki Behlûl oradan bir zevk hissesi almasın. Ramazanda akşamları Direklerarası seyranına devam eder, kışın Odéon’un balolarında ortalığı neşesinin velvelesine boğardı. Henüz mektepte iken kendisine muhtelif dostluklar edinmişti. Mektebin her unsurla karışık hayatı içinde başlayan bu dostluklar mektepten çıktıktan sonra çoğalmış, ona memleketin bütün muhitlerinde selamlanacak çehreler, sıkılacak eller vücuda getirmiş idi.
O kadar çok adam tanır, muhabbetini o kadar muhtelif çehrelere taksim ederdi ki bunlardan bir tanesine biraz fazla bir bağlılık hissesi ayırmaya vakit bulamamıştı. Onun için lazım olan şey, Beyoğlu’ndan yalnız geçmemek Lüksemburg’a giderse kendisini dinleyecek bir muhatap bulmak, Kâğıthane’ye gidecek olursa arabada bir kişi kalmamaktı. İnsanlara bu yolda hizmetler, bu tarzda lüzumlar için yaratılmış nazarıyla bakardı; hiçbir zaman refakat edebilecek birisine tesadüf edememek vuku bulmamıştı.
Onu herkes sever, herkes arardı. Öyle kahkahaları vardı ki en derin sıkıntılara galebe çalarak yanındakine neşe verirdi; öyle nükteler, mazmunlar yağdırır ki bunlar geçtiği yerlere fikrinin israf olunacak çiçekleri kabîlinden serpilir, toplanır; memleket içinde gezerdi. Bir vaka olsa, bir yeni şey işitilse arkasından Behlûl’ün zarif bir sözü, hoş bir latifesi anlatılırdı.
Her vesile ile anlatılacak hikâyeleri vardı; bir kitapta okunmuş bir sahife, bir gazetede tesadüfen görülmüş bir fıkra Behlûl’e bir anlatma ortamı olurdu. Onu dinlerler ve mutlaka gülerlerdi. Nazarında kendisini bütün dinleyenler, dinlediklerine gülenler bir alay ahmaklardan başka bir şey değildi; asıl eğlenen kendisiydi. Etrafındakilere kendisinin zevki için ancak böyle lüzum görüldükçe kullanılacak aletler kadar ehemmiyet verirdi.
Başlıca merakı herkes tarafından taklit edilmekti. Bir sınıf gençlerin giyiniş ibresi hükmünde idi, ufak tefekler hakkında onun reyine bir nefis zevk düsturu hükmünde müracaat olunurdu. Kokular, kravatlar, bastonlar, eldivenler, bütün o lüzumsuz fakat o nispette mühim şeyler için Behlûl’de taklit olunacak mutlak bir yenilik vardı.
Bu adamın ahlak hüviyeti nasıldı?
Bu öyle bir sualdi ki Behlûl şimdiye kadar nefsine karşı bile söylemeye lüzum görmemiş, vakit bulmamıştı. Bazı şeylere inancı vardı: Parayı büyük bir kuvvet olmak üzere telakki ederdi, iyi bir adam olmak için güzel giyinmek başlıca bir şart olduğu zannına kapılmıştı; insanlara karşı vazifesinin onlarla mümkün mertebe beraber eğlenmek, memlekete karşı vazifesinin mümkün mertebe mesirelerden istifade etmek, nefsine karşı vazifesinin bu haşarı çocuğu mümkün mertebe sıkmamak noktalarından ibaret olacağında tereddüt etmemişti.
Hayatta hiçbir şeye şaşmazdı, yalnız bu ahlak felsefesine iştirak etmeyenlerin saflığına şaşardı, lehçesinde hayret kelimesini yalnız bunun için muhafaza etmişti. Edison’un yeni bir buluşunu mesela cambazhanede görüle görüle bıkılan bir sanat eseri kabîlinden öteden beri beklenilen bir şey hükmünde telakki ederdi. Hayatta bütün yeni şeyler için onda bir alışıklık, bir aşinalık vardı; sanki onlar eski imiş de herkes vâkıf olmak için kendisinden sonraya kalmışçasına garip addolunanlar Behlûl için eski zaman tarih-i marufiyetine inerdi.
Arkadaşlarını hayretlere düşüren bir vaka anlatılırken o “Bundan adi bir şey olamaz.” hükmünü vererek başını çevirirdi. Hatta Adnan Bey ona “Haberin var mı Behlûl? Firdevs Hanım’ın kızını alıyorum, sana bir şık yenge…” dediği zaman Behlûl’de küçük bir hayret eseri bile uyanmamış, “Ben zaten, bekliyordum.” demişti.
Nihal çıktıktan sonra Behlûl hatasının fena tesirini nefsine unutturmak isteyerek resmi tekrar eline aldı, etrafına baktı, nihayet bir Japon yelpazesinin arasına koymak için karar verdi. Oraya iliştirirken kendi kendisine, Bu izdivaç fena değil fakat Nihal için hiç iyi bir şeye benzemiyor. Zavallı çocuk!.. dedi. İkisi ta çocukluktan beri daima birbirine karşı kavgacı hatta kinci olmakla beraber, türlü küskünlüklere, kavgalara rağmen aralarında, şüphesiz kan bağlarıyla, büsbütün kaybolamayan bir dostluk vardı.
Onların münasebeti hiç bitmeyen bir cenkti. Behlûl, aralarındaki sekiz senelik yaş farkının verdiği salahiyetle bir büyük birader sıfatını alır, Nihal’in bütün çocukluklarını azarlar, ona verilen terbiye tarzının aleyhinde bulunur, bu kızın şımarık bir çocuktan başka bir şey olmayacağını söyler, ona azap vermekten garip bir haz alırdı. Bunlar Nihal’i çıldırtırdı: Keskin bir kelime ile, kaba bir vaziyetle Behlûl’ün hiçbir itirazını karşılıksız bırakmazdı; nihayet kavga başlardı. Bu kavgada Behlûl, Nihal’in hırçınlıklarını istihzalara, karşılık verilemeyecek kahkahalara boğarak galip çıkmaya çalışırdı. Aralarında her vakit halledilecek bir mesele, son verilecek bir kavga vardı.
Bu