Mlle de Courton en ziyade bundan bizar idi: Nihal’e yarım saat muntazam imla yazdırmaya, piyanosunda alıştırma yaptırmaya muvaffak olamazdı; dersler daima sektelere uğrayan kırık kırık parçalardan teşekkül ederdi fakat bir gün, bilinemez nasıl, Nihal o kazazede derslerden öğrenmiş olarak çıkardı.
Uzun uzun hırçınlıkları vardı ki eğer gözyaşlarının bir taşması ile, bir asap buhranı ile sükûn bulmayacak olursa günlerce sürerdi. Gözyaşlarından, çırpınmalardan, tepinmelerden sonra fazla uyku uyumuş gibi simasına bir yorgunluk çöker, sanki bu buhran onu hırpaladıktan sonra dinlendirirdi.
Belirli olmayan fasılalarla, olmayacak vesilelerle dökülen bu yaşlar ruhunun rikkati fazlası idi ki mutlak taşmaya muhtaç idi. Ondan sonra çılgınca bir sevinç devresi başlardı; Bülent’le, Cemile’yle, Beşir’le yalının geniş sofalarını, büyük bahçesini bitmez tükenmez gezintilerin gürültülerine boğardı.
Mlle de Courton korkardı ki bu tezatların arasında Nihal’in zayıf, narin vücudu muhtelif rüzgârların çarpışma noktasına tesadüf etmiş ince, narin bir dal mukavemetsizliğine uğramasın.
Adnan Bey’le ne kadar uzun istişareler etmişler, bu tezatları mümkün mertebe hafifleterek çocukta bir mizaç düzeni vücuda getirebilmek için ne çareler düşünmüşlerdi fakat buldukları tedbirlere karşı bu asap muamması her defasında isyan ediyordu.
Asıl Bülent’le idaresinde zorluklar görülürdü. Annesinin karnından bir bebek çıkaracakları haberini daima sevinerek, sevincinden ellerini çırparak karşılarken o doğduktan sonra birden bu sevinçte bir değişiklik vukuya gelmiş idi. Evvelce annesinin yanına ancak günde bir iki defa giderken artık oradan ayrılmamak, başkasının bu yeni bebekle meşgul olmasına meydan bırakmamak, annesinin yatağına tırmanarak aralıksız Bülent’i öpmek için türlü huysuzluklar icat etmiş idi. Bir hafta, çocuk annesinin odasında kaldığı müddetçe, Nihal kıskançlığından çıldırmış zannolundu. Çocuğu hastanın yanından ayırıp ta yalının bir köşesine, Şakire Hanım’ın yanına atmaya mecburiyet görüldükten sonra Nihal, Bülent’i unutmuş göründü. Çocuğu annesine nadir ve gizli getirirlerdi, yalının içinde Bülent ara sıra görülürdü.
Daha sonra Şakire Hanım’ın yanından alınarak Mlle de Courton’a verebilmek için Nihal’in görüşüne müracaat olundu: “Bülent’i sana vereceğiz, onu sen terbiye edeceksin, yanında yatıracaksın, soyup giydireceksin, Bülent artık senin olacak…” denildi. Nihal bu desiseye kapılmış göründü, Bülent’in kendisine verileceğini çılgınca bir sevinçle kabul etti ve işte o günden beri Bülent, Nihal’in, yalnız Nihal’indir, başka hiç kimsenin değildir.
Nihal’in kıskançlığında, ta küçüklüğünden beri, hemen bütün çocukların kıskançlığına karışan hıyanet fikri yoktu; çocuğun ne gizlice parmağını ısırır, ne yavaşça kolunu çimdiklerdi. Onun kıskançlığında başka bir şey vardı: Herkesi Bülent’ten değil, Bülent’i herkesten esirgiyor, başkalarıyla onun arasına kendi kalbini koyarak ona herkesten ziyade yakın olmak istiyor zannolunurdu.
Evin içinde âdet olmuştu -ilk önce latife olarak başlanıp yavaş yavaş bir kaide hükmünü ve kuvvetini alan bir âdet- ne zaman Bülent’e dair bir şey olsa Nihal’e müracaat edilir, Bülent’e tembih olunacak şeyler Nihal’e söylettirilir hatta Bülent de daima Nihal’le tehdit olunurdu. Annelerini kaybettikten sonra ruhunun gizli bir ihtiyatıyla Nihal, Bülent’e daha ziyade yakınlaşmış idi. Bir tabii his sanki minimini kızı küçük kardeşine bir valide olmaya sevk ediyordu fakat öyle bir valide ki çocuğunu herkesten kıskansın, onu başka birisinin eli sürüldükçe kalbinde bir şey yırtılsın.
Bir gün Adnan Bey Bülent’i dizlerinin üstünde hoplatıyordu, Nihal onları görmemek için o tarafa bakmıyordu, bir aralık babası Bülent’in gevrek gevrek kahkahalarına dayanamayarak minimini, tombul yanaklarını öperken Nihal başını çevirdi, duramayarak ilerledi, ta yanlarına gitti, sokuldu, o kadar ki bu buselerin arasına bir perde çekmek istiyordu, sonra birden babası durarak kendisine bakınca kızardı fakat itiraf etti: “Oh! Yeter artık baba… Fena oluyorum!” dedi. Nihal’in bütün hassas ruhu bu son sözün içindeydi. Adnan Bey o günden sonra Nihal’in yanında Bülent’i sevmekten nefsini menetti lakin Nihal artık bir kural koymuş oldu: Bülent’i sevmek, okşamak için birisinde, bilinemez nasıl bir keşif hissiyle, arzu olduğuna vâkıf olur olmaz kendisinden izin almaksızın bu arzuya müsaade olunmasından korkarak “Bülent’i hiç sevmiyorsunuz!” cümlesine benzer bir şey söylerdi.
Dünyada bu endişelerden uzak, bu bin türlü kayıtlardan azade, etrafında cereyan eden bütün bu şeylerden haberi olmayan birisi varsa o da Bülent idi. Onun yalnız bir şeye merakı vardı: Gülmek… Ve dünyada en ziyade onu güldürecek, en neşeli kahkahalarına serbest bir uçuş verecek Nihal’di; özellikle iki kardeş yalnız aralarına bir üçüncü kalp girmeksizin yapayalnız bulundukları zaman…
Yatak odaları yalının en üst katında, bahçeye bakan tarafta idi. Büyük sofadan buraya genişçe bir koridordan gidilirdi. Birinci odada Adnan Bey, üçüncüde Mlle de Courton, ikisinin arasındakinde onlar yatarlardı. Burada hem yalnız idiler hem bir taraftan babalarıyla, diğer taraftan ihtiyar kızla beraberdiler. Odaların arasında birer aralık kapı8 vardı ki geceleri yalnız perdelerin kapanmasıyla kapatılırdı. Daha sonra, koridorun dördüncü ve sonuncu odasında çocuklara bir dershane teşkil olunmuştu. Dershaneye ayrılan bu oda mürebbiyenin bir daimî derdiydi. Bülent’in derslerinden ziyade kasırgalarına zemin olan bu oda kadar dünyada karışıklığa mahkûm bir yer daha olamayacağına yemin ederdi. Evin içinde bir sigara iskemlesinin yer değiştirmesine kıyametler koparacak kadar intizam merakında aşırılık gösteren Adnan Bey çocukların bu odasına girmezdi, oraya ne zaman girse sinirlerinde bir hastalık hissettiğini iddia ederdi.
Yalıda başka hiçbir şeye ilişmemek yeminine karşılık burada bütün istediklerini yapmak için Bülent’e müsaade verilmiş idi, Bülent de bu müsaadeden yalının hiçbir yerinde bir tahrip eseri bırakmamak mecburiyetinin intikamını alacak derecede istifade ediyordu.
Minimini bir yazıhaneleri vardı ki babasının bir gün birkaçını aşırdığı oymacılık aletleriyle kenarlarına kendine mahsus saçaklar hakketmiş idi. Mlle de Courton’a sırasıyla gelen “Figaro” nüshalarından gemiler, külahlar, sepetler yapılmış; duvarlara, pencerelerin mandallarına, siyah yazı tahtasının kenarına asılmış idi. Ablasının bütün eski kitaplarından, resimli nota kapaklarından resimler oyulmuş, camlara, kapıların arkasına, ta duvarda Avrupa haritasının denizlerine yapıştırılmış idi; böyle oyulmuş bir şemsiye vardı ki ta okyanusun bir tarafına atılmış, bir rüzgâra kapılarak Amerika seyahatine çıkmış idi. Daha sonra bin türlü kırılmış oyuncaklar, koparılmış kitaplar, o her gün sabah akşam toplanıp da Bülent’in yalnız bir uğramasıyla güya canlanarak haşarı kedi yavruları gibi odanın her tarafına dağılan ufak tefek, ayak basacak, oturacak yer bırakmazdı. Şimdi Bülent yeni bir merak çıkarmış idi: Elinde kurşun kalemiyle duvarlara resimler yapıyordu. Hayalinden bugün bir gemi, yarın bir deve çıkıyor, duvarın bütün etekleri yavaş yavaş doluyordu. Artık boyu yetişebilecek kadar yer kalmadığı için şimdi iki günden beri hep âdeti böyle idi: Evvela müsaade etmemek, kendisine itaat olunduğunu gördükten sonra artık engellemeye lüzum görmemek… Oh! Ne güzel olacaktı!.. Behlûl ona bir kutu boya getirmiş idi, bunların içinde her renkten vardı, bütün o resimler boyanacaktı… Deveyi kırmızı yapacaktı. “Değil mi abla, deve kırmızı olur, değil mi?” Nihal henüz yumuşamamıştı. “Deli misin?” diyordu fakat