Bir kadın sesi şöyle diyordu:
“Acele et Flécharde. Bu taraftan mı?”
“Hayır. Şuradan.”
Biri yüksek ve tiz sesle konuşurken, ötekinin sesi kısık ve ürkekti. İki ses arasındaki diyalog devam ediyordu:
“Şimdi bizim oturduğumuz çiftliğin adı neydi?”
“Herbe-en-Pail.”
“Hâlâ oraya çok uzakta mıyız?”
“On beş dakikalık yolumuz var.”
“Hadi acele edelim de bari çorbaya yetişelim.”
“Evet, geç kaldık.”
“Koşmamız lazım ama senin çocuklar çok yoruldu. Sadece iki kadıncağızız, üç veledi taşıyamayız. Hem Flécharde sen zaten birini taşıyorsun, kurşun gibi de ağır bir yavru. Bu küçük oburu sütten kestin ama kucakta taşıyorsun hâlâ. Kötü alışmış buna, artık yürümeli. Ama ne yapalım, çorbalar da buz gibi olacak, ne talihsizlik!”
“Ah, bana verdiğiniz ayakkabılar ne kadar iyi oldu! Sanki benim için yapılmışlar.”
“Çıplak ayak gezmekten iyidir.”
“Hadi ama René-Jean.”
“Hep onun yüzünden geç kaldık. Her tanıştığımız küçük köylü kızı ile durup sohbet etmese olmazdı sanki. Şimdiden erkek olmuş gibi.”
“Daha beş yaşına bile gelmedi.”
“Söyle bize, René-Jean. Neden köydeki o kızla konuştun bakalım?”
Bir çocuk sesi, bir erkek çocuğuna ait bir ses yanıtladı:
“Çünkü ben onu tanıyorum.”
“Hadi canım. Tanıyorsun demek.” dedi kadın.
“Evet, daha bu sabah oyunlar oynadık.” dedi oğlan.
“Söylemesem olmaz!” diye bağırdı kadın. “Buraya geleli daha üç gün oldu ama bu bacak kadar çocuk şimdiden sevgili buldu!”
Ve sesler giderek zayıfladı. En sonunda da sesler duyulmaz oldu.
II
AURES HABET, ET NON AUDIET 12
Yaşlı adam kıpırdamadan duruyordu. Düşünmekten ziyade hülyalara dalmıştı. Barış, güven, huzur ve yalnızlık ile sarılmıştı etrafı. Gece karanlığı ormanın üstüne düşmüştü. Aşağıdaki vadiye ise tam olarak karanlık çökmemişti. Kum tepesi ise hâlâ aydınlıktı. Ay, batıda yükseliyordu ve yıldızlar soluk mavi gökyüzüne birer iğne gibi ilişmişti. Her ne kadar derin düşüncelere dalmış olsa da yaşlı adam kendini doğanın tarifsiz huzuruna bırakıvermişti. Şafağın ışıkları ile kendi umutları da yükseliyordu sanki. Bu umudu iç savaşa karşı bir umut olarak da düşünebiliriz. Bir an için denizin acımasızlığından kaçıp bütün tehlikeleri gerisinde bırakmış gibi hissetti kendini. Adını bilen kimse yoktu, yalnızdı. Ardında hiçbir iz bırakamadan düşmanı atlatmıştı. Deniz hiçbir izi saklayamaz. Her şey denizle kaybolur, gözden kaçırılır, hatta en ufak bir şüphe bile silinir gider. Kelimelerle tarif edilemeyecek bir sakinlikti adamın hissettiği. Neredeyse uyuyakalacaktı.
Yeri göğü kaplamış bu derin sessizlikte ince bir çekicilik vardı. Öyle ki içten ve dıştan bir sürü sıkıntıyla kuşatılmış bu adamı bile yumuşatmıştı.
Denizden esen rüzgâr dışında bir ses duyulmuyordu. Ama bu ses de uzun bir süre devam ederse kulak alışır ve onu ses olarak algılamamaya başlar.
Adam birden ayağa kalktı.
Bir şey dikkatini çekmişti. Ufuktaki bir şeye gözlerini dikmişti.
Baktığı yer vadinin öteki ucunda, Cormeray tarafındaki çan kulesiydi. Çan kulesinde tuhaf bir şeyler oluyordu.
Kulenin karanlık silueti gökyüzünde apaçık belli oluyordu. Kule tepelerin üzerinde uzanıyordu. Ve kulenin arasında çan için yapılmış dört tarafı açık, kare bir kafes vardı. Breton çan kulelerinin modasına göre yapılmıştı. Şimdi bu kafes düzenli bir şekilde bir açılıp bir kapanıyordu. Bir an için tamamen beyaz görünüyordu ve bir sonraki an simsiyah. Ardındaki gökyüzü bir görünüp bir kayboluyordu. Bir çekicin düzenli aralıklarla örse vurması gibi sürüp gidiyordu bu düzen.
Cormeray’daki bu çan kulesi, yaşlı adama iki kilometre kadar uzaktaydı. Sağ tarafta ufka karşı dümdüz yükselen diğer bir çan kulesi Baguer-Pican’a doğru baktı. O çan kulesinin kafesi de Cormeray’ın çan kulesi gibi açılıp kapanıyordu. Sol tarafa, Tanis’in çan kulesine doğru baktı. Tanis’in kafesi de Baguer-Pican’ınki gibi açılıp kapandı. Ufukta birbiri ardına bütün çan kulelerini inceledi. Sağ tarafta Courtils, Précey, Crollon ve Croix-Avranchin çan kuleleri vardı. Solunda ise Raz-sur-Couesnon, Mordray ve Pas vardı. Önündeki ise Pontorson çan kulesi idi. Hepsinin kafesi dönüşümlü olarak kararıp aydınlanıyordu.
Bu ne anlama geliyordu?
Bu, tüm çanların çaldığı anlamına geliyordu. Işığın bu kadar hızlı değiştiğine bakılırsa birileri onları şiddetle çalıyordu.
Neden peki? Tehlike çanıydı bunlar, şüphesiz. Bütün çan kulelerinden, her cemaatten ve her köyden çılgınca çalıyorlardı ama seslerini duyuramıyorlardı.
Bunun nedeni, çanların oldukça uzak olmasındandı. Ayrıca ters yönden esen rüzgâr, sesleri kıyıdan ufkun ötesine taşıyamazdı. Çılgın çalan çanlara rağmen değişmeyen sessizlik oldukça ürperticiydi.
Yaşlı adam baktı ve dinledi.
Yardım çığlıklarını duyamıyordu ama görebiliyordu. Yardım istendiğini görmek oldukça garip bir duyguydu.
Bu öfke kime karşıydı?
Bu tehlike çanları kimin için çalıyordu?
III
BÜYÜK HARF KULLANMANIN FAYDALARI
Birileri hiç şüphesiz kapana kısılmıştı.
Kim olabilirdi ki?
Çelik gibi adam ürperdi.
Kendisi için çalıyor olamazdı. Geldiğinden kimsenin haberi yoktu. Temsilcilerin öğrenmiş olması imkânsızdı çünkü karaya yeni ayak basmıştı. Hem korvetin mürettebatla beraber battığından da emindi. Adını da Boisberthelot ve Vieuville dışında bilen yoktu zaten.
Çanlar acımasız oyununa devam ediyordu. Yaşlı adam mekanik bir şekilde hareketleri sayıyordu. Kendini güvende hissetmek ve dehşete kapılmak arasındaki ince çizgide, oradan oraya dolanıyordu düşünceleri. Hem bu tehlike çanlarının birçok sebebi olabilirdi. En sonunda kendine şunları tekrarladı, “Uzatmamak lazım. Kimse benim buraya geldiğimi bilmiyor, adımı bilen de yok.”
Birkaç