Gwen kıpkırmızı kesildi ve başını sallayarak bu sözlere karşı çıktı.
“Ben kaderi değiştireceğim,” dedi kararlılıkla. Neye mal olursa olsun. Kendi ruhumdan vazgeçmem gerekse bile.”
Eldof uzunca bir süre dikkatle ona baktı.
“Evet,” dedi. “Değiştireceksin, değil mi? Bu güce sahip olduğunu görebiliyorum. Bir savaşçı ruhuna sahipsin.”
Eldof ona dikkatle bakarken, Gwen onun yüzünde ilk kez kararlı bir ifade gördü.
“Buna sahip olduğunu sanmıyorum,” diye devam Eldof mütevazı bir tavırla. “Senin gibi kaderi değiştirme gücüne sahip sadece birkaç seçkin işi vardır. Ama ödeyeceğin bedel çok büyük olacak.”
Gözlerinin önüne gelen bir görüntüyü aklından atmak istermiş gibi iç çekti.
“Her hâlükârda, burada, Yamaç’ta kaderi değiştiremeyeceksin,” dedi. “Ölüm buraya doğru geliyor. Onların ihtiyacı olan şey kurtarılmak değil göç etmek. Yeni bir lidere, onları Büyük Hiçlik’ten sağ salim geçirecek birisine ihtiyaçları var. Bence bu yeni liderin sen olduğunu zaten biliyorsun.”
Gwen bunları duyunca ürperdi. Oradan geçecek kadar gücü olduğunu hayal bile edemiyordu.
“Onlara nasıl liderlik edebilirim?” dedi bunu düşünürken bile umutsuzluğa kapılarak. “Hem gidecek neresi kaldı? Bir hiçliğin ortasındayız.”
Eldof bir şey demeden başını çevirdi ve ondan uzaklaşırken Gwen birden daha fazlasını öğrenmek için can attığını hissetti.
“Söyleyin bana,” dedi öne atılıp Eldof’un kolunu tutarak.
Eldof dönüp kendisine bir yılan dokunmuş gibi onun eline baktı, Gwen de onu bırakmak zorunda kaldı. Birkaç keşiş gölgelerin arasından öne fırlayarak onlara yaklaştı ve öfkeyle Gwen’e baktı. Ama Eldof onlara başıyla bir işaret yapınca uzaklaştılar.
“Söyle bana,” dedi Eldof. “Sana bir kez yanıt vereceğim. Sadece bir kez. Neyi bilmek istiyorsun?”
Gwen çaresizlik içinde içine derin bir nefes çekti. “Oğlum. Onu nasıl bulacağım? Kaderi nasıl değiştireceğim?”
Eldof dikkatle, uzun uzun ona baktı.
“Yanıt ta başından beri gözlerinin önünde, ama göremiyorsun.”
Gwen zihnini zorladı, çaresizlik içinde ne olduğunu anlamaya çalıştı, ama ne olduğunu bir türlü bulamadı.
“Argon,” dedi Eldof. “Sana söylemeye korktuğu son bir sır var. Yanıt orada gizli.”
Gwen şok geçirdi.
“Argon mu? Bu yanıtı Argon mu biliyor?”
Eldof başını salladı.
“O, bilmiyor. Ama efendisi biliyor.”
Gwen zihni allak bullak olmaya başlamıştı.
“Efendisi mi?” dedi.
Gwen onun bir efendisi olduğunu hiç düşünmemişti.
Eldof evet anlamında başını salladı.
“Argon’dan seni ona götürmesini iste,” dedi kararlı bir ses tonuyla. “Ondan alacağın yanıtlar seni bile şaşırtacak.”
ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Mardig kararlılıkla kalenin koridorlarında ilerlerken, neler yapacağını gözlerinin önüne getiriyor ve kalbinin gümbür gümbür çarptığını hissediyordu. Terli eliyle beline gizlediği hançeri sıkıca kavradı. Bu yolda daha önce milyon kere babasıyla görüşmek için yürümüştü.
Kral’ın odasına yakınlaşmıştı. Mardig tanıdım koridorlarda dönüp ilerledi ve Kral’ın oğlunu görüp saygıyla eğilen muhafızların önünden geçti. Mardig onlardan korkmaması gerektiğini biliyordu. Kimse ne yapacağını bilmiyordu ve yapacağı şeyi uzunca süre kimse görmeyecekti… Krallık artık ona ait sayılırdı.
Mardig tek ayağını diğerinin önüne atmaya çalışırken ve dizleri titrerken, kendisini bir duygu seline kapılmış halde buldu; kendisini hayatı boyuna yapmayı düşündüğü şeyi yapmaya hazırlanırken kararlı davranmaya zorladı. Babası onu hep baskı altında tutmuştu, davranışlarını onaylamamıştı, ama diğer savaşçı oğullarını desteklemişti. Kızını bile ondan daha çok desteklemişti. Mardig bu şövalyelik kültürünün bir parçası olmayı reddettiği ve başkalarını öldürmektense şarap içmeyi ve kadınların peşinden koşmayı tercih ettiği için öyle olmuştu.
Babasının gözünde, bunlar onu başarısız yapıyordu. Babası onun yaptığı her şeye suratını büküyor, onu onaylamayan bakışlarıyla her köşeden izliyordu e Mardig her zaman bir intikam gücü geleceğini hayal ediyordu. Bir yandan da bu gücü kendisi ele geçirmek istiyordu. Herkes krallık unvanının erkek kardeşlerinden birine, en büyükleri Koldo’ya ya da o değilse Mardig’in ikizi Ludwig’e geçeceğini düşünüyordu, ama Mardig’in farklı planları vardı.
Mardig köşeyi dönerken, nöbet tutan askerler saygıyla başlarını eğdiler ve neden geldiğini sormadan kapıyı açtılar.
Ama içlerinden biri aniden, beklenmedik bir biçimde durdu ve ona baktı.
“Lordum, Kralımız bu sabah ziyaretçisi olacağını söylememişti.”
Mardig’in kalbi hızla çarpmaya başladı, ama cesur ve kendinden emin olmaya çalıştı; dönüp askere ayrıcalıklı konumunu belli edercesine baktı; en sonunda, asker de tereddüt etti.
“Ben sıradan bir ziyaretçi miyim?” diye sordu buz gibi bir sesle ve korktuğunu belli etmemek için elinden geleni yaparak.
Muhafız yavaşça geri çekildi ve Mardig açık kapıdan içeri girdi. Muhafızlar kapıyı ardından kapattılar.
Mardig odaya girdi ve pencerenin önünde düşünceli düşünceli krallığına bakmakta olan babasının şaşkın bakışlarını gördü. Babası şaşkınlıkla ona döndü.
“Mardig, bu ziyaretini neye borçluyum? Seni çağırmamıştım. Hem beni bu geçtiğimiz aylarda istediğin bir şey olmadıkça hiç ziyaret etmedin.”
Mardig kalbinin çılgınlar gibi attığını hissetti.
“Senden bir şey istemeye gelmedim, baba. Almaya geldim.”
Babası daha da şaşırdı.
“Almaya mı?”
“Bana ait olan bir şeyi almaya geldim.”
Mardig odada uzun birkaç adım attı, kendisini hazırladı. Babasıysa hayretle ona bakmaya devam etti.
“Sana ait olan şey nedir?”
Mardig avuçlarının terlediğini hissetti. Hançeri elindeydi ve düşündüğü şeyi yapıp yapamayacağından emin değildi.
“Krallık unvanı tabii ki,” dedi.
Mardig yavaşça elindeki hançeri ortaya çıkardı ve babasını bıçaklamadan önce onun bunu görmesini ve ondan ne kadar nefret ettiğini anlamasını istedi. Babasının suratında belirecek olan korku, şok ve öfke ifadesini görmek istiyordu.
Ama babası ona bakarken, Mardig düşündüğü anı yaşayamadı. Babasının direneceğini, ona karşı koyacağını sanmıştı, ama babası ona hüzünle ve şefkatle