Gwen, karanlığa gömülürken korkuyla bu sahneyi izledi. Gökyüzünde birdenbire şimşekler parlamaya, yıldırımlar düşmeye başladı ve Gwen yağan buz taneleriyle taşa tutulduğunu hissetti. Neler olduğunu anlayamıyordu, nihayet dolu yağdığını fark etti.
Bunların hepsinin, bebeğinin doğumuyla aynı anda ortaya çıkan tüm bu olayların tamamının sarsıcı alametler olduğunu biliyordu. Bebeğe bakar bakmaz, algısının ötesinde bir gücü olduğunu anladı. Bir başka aleme aitti.
Ağlayarak dışarı çıktığında Gwen içgüdüsel olarak ona uzandı ve çamurlu çimenliğe düşmeden önce onu tutarak göğsüne çekti. Kollarını etrafına sararak yağan doludan korudu.
Ağlamasıyla yeryüzü sallanmaya başladı. Yerin titrediğini hissetti, uzakta kayaların tepelerden aşağı yuvarlandığını gördü. Bu bebeğin ta içine yayılan gücünün tüm evreni etkilediğini hissediyordu.
Gwen bebeğini sıkı sıkı tutarken an be an güçten düştüğünü, çok kan kaybettiğini hissetti. Başı döndü, hareket edemeyecek kadar güçsüzdü, göğsünde durmaksızın ağlayan bebeğini bile zar zor tutuyordu. Bacaklarını hissedemiyordu.
Gwen burada, bebeğiyle birlikte bu tarlalarda öleceğine dair kendini dağlayan bir sezgiye kapıldı. Kendini artık umursamıyordu ama bebeğinin ölmesi fikrine katlanamıyordu.
Tanrılara itirazını göstermek için, içinde kalan son kırıntılarla birlikte “HAYIR!” diye haykırdı.
Gwen kafasını geriye bırakıp, yerde dümdüz yatarken cevap olarak bir çığlık geldi. Bu bir insana ait değildi. Kadim bir yaratığındı.
Gwen bilincini kaybetmeye başladı. Yukarı bakarken gözleri kapanıyordu, gökyüzünde hayalet gibi görünen bir gölge gördü. Bu devasa hayvan ona doğru alçalarak gelirken, onun çok sevdiği bir yaratık olduğunu hayal meyal fark etti.
Ralibar.
Gwen gözlerini tamamen kapamadan önce gördüğü son şey, Ralibar’ın kocaman parlayan yeşil gözleri ve kadim pullarıyla, pençeleri açık halde Gwen’i hedef alarak ona doğru alçalmış olduğuydu.
İKİNCİ BÖLÜM
Luanda, donup kalmıştı. Elinde hala tuttuğu kanlı hançerle az önce ne yaptığına inanamayarak Koovia’nın cansız bedenine afallamış halde bakıyordu.
Tüm şenlik salonu susmuş ona bakıyordu, herkes hayret içinde kalmıştı, kimse yerinden kıpırdayamıyordu. Hepsi, dokunulmaz Koovia’nın, maharetiyle Kral McCloud’dan sonra gelen, McCloud krallığının olağanüstü savaşçısının, Luanda’nın ayakların dibinde yatan Koovia’nın cesedine bakıyordu. Odanın içindeki sessizlik o denli yoğundu ki bir bıçakla kesilebilirdi.
Luanda hepsinden daha çok şaşırmıştı. Bir ısı dalgasının vücuduna yayıldığını, hançeri hala tutarken avucunun yandığını hissediyordu, az önce bir adam öldürdüğü için coşkun ve korkmuş hissediyordu. Bunu yaptığı, kocasına veya geline ellerini süremeden önce bu canavarı durdurduğu için gururluydu. Hak ettiğini bulmuştu. Bu McCloud’ların hepsi barbardı.
Birden bir bağırtı duyuldu, Luanda döndüğünde sadece bir kaç adım ötede bulunan Koovia’nın öncü savaşçısının, gözlerinde intikamla ona doğru harekete geçtiğini gördü. Kılıcını yukarı kaldırarak göğsüne atılmaya geliyordu.
Luanda bir tepki vermek için oldukça hissizdi ve bu savaşçı çok çabuk hareket ediyordu. Bir an sonra kalbini parçalayacak soğuk çeliğe karşı kendini hazırlamaya çalıştı. Luanda’nın umuru değildi. Ona ne olacağı artık önemsediği bir konu olmaktan çıkmıştı, önemli olan o adamı öldürmüş olmasıydı.
Çelik kılıç ona doğru gelirken ölümü karşılamaya hazır bir halde Luanda gözlerini kapadı, ancak aniden gelen metallerin birbirine çarpa sesiyle afalladı.
Gözlerini açtığında Bronson’ın, kılıcını kaldırıp savaşçının darbesini engellemek üzere öne atılmış olduğunu gördü. Buna şaşırmıştı, Bronson’ın bunu yapabileceğini ya da kalan tek sağlıklı eliyle böylesi muktedir bir darbeyi durdurabileceğini düşünmemişti.
Bronson kılıcını maharetle savurdu, sadece bir eliyle bile öyle bir yeteneğe ve güce sahipti ki savaşçıyı kalbinden bıçaklayarak oracıkta öldürmeyi başardı.
Luanda gözlerine inanmıyordu. Bronson bir kez daha hayatını kurtarmıştı. Ona gerçekten borçlu hissetti, akabinde ona karşı hissettiği aşk yeniden büyüdü. Belki de düşündüğünden bile daha güçlü bir halde üstelik.
Şölen salonunun her iki yanından çığlıklar yükseldi, McCloud’lar ve McGil’ler birbirlerini önce öldürme derdiyle birbirlerine doğru atıldılar. Gün boyu ve akşam şenliklerinde devam eden tüm o yapmacık nezaket yok olmuştu. Şimdi bir savaş başlamıştı:, gelinlerini taciz ederek kabahat işleyen McCloud’ların onur kırıcı davranışlarıyla dolmuş, içkinin de etkisiyle alevlenmiş savaşçıların, başka savaşçılara karşı verdiği bir mücadeleydi bu.
Adamlar kalın tahta masanın üzerinden atlayarak ilk öldüren taraf olma endişesiyle birbirlerini bıçaklıyor, birbirlerinin yüzlerini tutup, güreşerek masadan düşürüyorlar, yemekleri ve şarapları deviriyorlardı. Oda bu kadar insanla bir hayli sıkışıktı, herkes omuz omuza dövüşüyordu, hareket edecek yer yok denecek kadar azdı. Tüm odada kanlı bir kargaşa hüküm sürerken adamlar bağırıyor, birbirlerini bıçaklıyor, çığlık atıyor ve ağlaşıyorlardı.
Luanda kendini toplamaya çalıştı. Dövüş o kadar hızlı ve yoğun gelişmiş, kana susayan bu adamlar, birbirlerini öldürmeye o denli odaklanmışlardı ki kimse etrafına bakıp odanın çevresinde olanları gözlemlemek için bir süreliğine bile olsa durmuyordu. Luanda her şeyi gözlemliyordu, tüm olanları daha geniş bir bakış açısıyla görüyordu. McCloud’ların odanın kuytularından gizlice hareket ederek, yavaşça teker teker sıvıştıktan sonra arkadan kapıları kilitlediklerini gözlemleyen tek kişi oydu.
Luanda birden bire ne olduğunu anlayınca tüyleri diken diken oldu. McCloud’lar herkesi bu odaya kilitliyor ve bir nedenle kaçıyorlardı. Duvarlardan meşaleleri indirmelerini izlerken gözleri fal taşı gibi açıldı.
Luanda bunu tahmin etmeliydi. McCloud’lar barbarlardı ve kazanmak için her şeyi yaparlardı.
Luanda, gözlerinin önünde cereyan eden olayı algılarken, bir kapının henüz kilitlenmediğini fark etti.
Dönüp içinde bulunduğu arbededen kaçarak kalan kapıya koştu, önündeki adamları dirsekleyerek ve iterek yol açtı. Bu sırada McCloud’lardan birinin de odanın en ücra köşesinde yer alan kapıya doğru atıldığını görünce, daha hızlı koşmaya başladı. Ciğerleri yanıyordu ama ondan önce kapıya ulaşmaya kararlıydı.
McCloud, kapıya uzanırken, Luanda’yı görmedi; kalın ahşap bir sopayı tutarak kapıyı sürgülemeye hazırlandı. Luanda hemen yanından ona saldırıp hançerini kaldırdı ve adamı sırtından bıçakladı.
McCloud bağırdı, sırtı geriye esnedi ve yere düştü.
Luanda sopayı tutarak kapıdan çekti, açarak dışarı koştu.
Dışarıda, gözlerini karanlığa alıştırdıktan sonra soluna ve sağına baktı; McCloud’ların salonun dışında sıralanarak meşaleleri getirdiklerini ve binayı ateşe vermeye hazırlandıklarını gördü. İçi panikle doldu, bunun olmasına izin veremezdi.
Dönüp yeniden salona koştu. Bronson’u