Montag bir keresinde, metro girişinde, “Neden seni yıllardır tanıyormuşum gibi hissediyorum?” diye sordu.
“Çünkü senden hoşlanıyorum ve senden bir şey istemiyorum,” dedi Clarisse. “Ve çünkü birbirimizi tanıyoruz.”
“Kendimi çok yaşlı hissettiriyorsun ve tam bir baba gibi hissetmeme yol açıyorsun.”
“Şimdi sen açıkla bakalım… madem çocukları o kadar seviyorsun, neden benim gibi kızların olmadı?”
“Bilmem.”
“Şaka yapıyorsun!”
“Yani, nasıl desem…” Montag durup başını iki yana salladı. “Şey, karım, o… o asla çocuk istemedi.”
Kız gülümsemeyi kesti. “Üzgünüm. Benimle dalga geçiyorsun sandım, gerçekten. Aptalın tekiyim.”
“Hayır, hayır,” dedi Montag. “İyi bir soruydu. Epeydir kimse bunu soracak kadar umursamıyordu. İyi bir soru.”
“Başka şeylerden konuşalım. Eski yaprakları kokladın mı hiç? Tarçın gibi kokmuyorlar mı? Al. Kokla.”
“Aaa, sahiden tarçın gibi kokuyor bir bakıma.”
Kız berrak, koyu gözleriyle ona baktı. “Hep afallamış gibi görünüyorsun.”
“Vaktim olmadı, o kadar…”
“Dediğim o genişletilmiş reklam panolarına baktın mı?”
“Sanırım. Evet.” Montag kendini tutamayıp güldü.
“Gülüşün eskisinden çok daha hoş.”
“Öyle mi?”
“Çok daha rahat.”
Montag kendini daha müsterih ve rahat hissetti. “Neden okulda değilsin? Her gün ortalarda dolandığını görüyorum.”
“Ah, beni özlemiyorlar,” dedi kız. “Asosyalmişim, öyle diyorlar. Kaynaşamıyormuşum. Öyle tuhaf ki. Aslında çok sosyalimdir. Sosyalden ne kastettiğine bağlı tamamen, değil mi? Bana göre sosyal olmak, seninle böyle şeyler hakkında konuşmak.” Ön bahçede ağaçtan düşmüş birkaç kestaneyi takırdattı. “Veya dünyanın ne tuhaf olduğundan bahsetmek. İnsanlarla olmak güzel. Ama bir grup insanı bir araya getirip de konuşmalarına izin vermemek sosyallik değil bence; ya sence? Bir saat televizyon dersi, bir saat basketbol veya beyzbol ya da koşu, yine bir saat çevriyazılı tarih veya resim ve yine spor… ama biliyor musun, asla soru sormuyoruz, en azından çoğumuz sormuyor; yanıtları bing bing bing diye veriyorlar sadece, biz de dört saat daha film-öğretmenin karşısında oturuyoruz. Bana göre kesinlikle sosyallik değil bu. Bir sürü huniye su döküyorlar ve alttan akan şeye şarap diyorlar, ama değil. Günün sonunda bizi öyle yormuş oluyorlar ki yatağa gitmekten veya kabadayılık taslamak için Eğlence Parkı’na gitmekten, Cam Kırma yerinde pencere camları kırmaktan ya da o büyük çelik toplu Araba Parçalama yerinde araba parçalamaktan başka bir şey yapamıyoruz. Veya arabalara atlayıp sokaklarda yarışıyoruz, lamba direklerinin ne kadar yakınından geçebileceğimizi görmeye çalışıyoruz, “tavuk”[1] veya “jant kapağı düşürmece” oynuyoruz. Hakkımda söyledikleri her şey doğru sanırım. Hiç arkadaşım yok. Bu anormal olduğumu kanıtlıyormuş. Ama tanıdığım herkes ya bağırıyor ya ortalıkta çılgınca dans ediyor ya da birbirini dövüyor. Bugünlerde insanların birbirini nasıl incittiğini fark ediyor musun?”
“Öyle yaşlı gibi konuşuyorsun ki.”
“Bazen çok yaşlı oluyorum. Yaşıtım çocuklardan korkuyorum. Birbirlerini öldürüyorlar. Hep böyle miydi? Amcam hayır diyor. Sırf geçen sene altı arkadaşım vuruldu. On arkadaşım araba kazasında öldü. Onlardan korkuyorum, korktuğum için de beni sevmiyorlar. Amcamın dediğine göre, dedesi çocukların birbirini öldürmediği zamanları hatırlıyormuş. Ama bu çok eskidenmiş… o zamanlar her şey farklıymış. Sorumluluğa inanırlardı, diyor amcam. Biliyor musun, ben sorumluluk sahibiyim. Yıllar önce, gerektiği zaman dayak yedim. Bütün alışverişi de ben yapıyorum ve evi ellerimle temizliyorum.
“Ama en çok da insanları seyretmeyi seviyorum,” dedi kız. “Bazen bütün gün metroyla gezip onlara bakıyorum, onları dinliyorum. Kim olduklarını, ne istediklerini ve nereye gittiklerini öğrenmek istiyorum sadece. Bazen Eğlence Parklarına gidip jet arabalarına bindiğim bile oluyor, gece yarısı şehir sınırında yarıştıklarında… sigortalı oldukları sürece polisin umurunda olmuyor. Bazen metrolarda gizlice kulak kabartıyorum. Veya gazoz makinelerinin başındayken kulak kabartıyorum ve biliyor musun?”
“Neyi?”
“İnsanlar hiçbir şeyden bahsetmiyor.”
“Ah, bir şeylerden bahsediyorlardır mutlaka!”
“Hayır, hiçbir şeyden bahsetmiyorlar. Genellikle bir sürü araba veya giysi markası ya da yüzme havuzu firması sayıp, ne güzel diyorlar! Ama hepsi aynı şeyleri söylüyor ve kimse kimseden farklı bir şey söylemiyor. Kafelerde de genellikle espri makineleri çalıştırılıyor ve genellikle aynı espriler yapılıyor veya müzik duvarının ışıkları yakılıyor ve bütün o renkli desenler inip çıkıyor, ama bunlar sadece renk ve tamamen soyut. Müzelerde de… müzeye gittin mi hiç? Tamamen soyut. Artık sadece bu var. Amcamın dediğine göre bir zamanlar durum farklıymış. Çok eskiden bazen fotoğraflar bir şeyler söylermiş, hatta insanları gösterdikleri bile olurmuş.”
“Amcam şöyle dedi, amcam böyle dedi deyip duruyorsun. Amcan takdire şayan biri olsa gerek.”
“Öyledir. Kesinlikle öyle. Eh, gitmeliyim. Hoşçakalın Bay Montag.”
“Güle güle.”
“Hoşçakal…”
Bir iki üç dört beş altı yedi gün: İtfaiye binası.
“Montag, şu direğe öyle bir tırmanıyorsun ki, ağaca çıkan kuş gibisin.”
Üçüncü gün.
“Montag, bu sefer arka kapıdan geldiğini gördüm. Tazı rahatsız mı ediyor?”
“Hayır, hayır.”
Dördüncü gün.
“Montag, komik bir şey. Bu sabah duydum. Seattle’da bir itfaiyeci bir Mekanik Tazı’ya kasıtlı olarak kendi kimyasal bileşimini girmiş, sonra da onu serbest bırakmış. Bu ne tür bir intihar sence?”
Beş, altı, yedi gün.
Sonra Clarisse gitti. Montag o ikindinin ne tersliği olduğunu bilmiyordu, ama terslik kızı dünyada bir yerlerde görmemesiydi. Çimenlik boştu, ağaçlar boştu, sokak boştu ve Montag, başta bunun farkında bile olmasa da, kızı özlüyordu ve hatta onu arıyordu; işin gerçeği, metroya vardığında içinde huzursuzluk kıpırtıları belli belirsiz baş göstermekteydi. Bir sorun vardı; rutini bozulmuştu. Evet, bu basit bir rutindi, sadece birkaç kısa günde oluşturulmuştu, ama yine de…? Az kalsın dönüp, geldiği yoldan gerisingeri yürüyecekti… kıza ortaya çıkması için