Yakup Efendi, “Tövbe tövbe! Gökteki yıldızlar mı parladı acep?” diyerek kafasını yukarı doğru kaldırdı, gökyüzü biraz bulutluydu. Birkaç yıldız ve son dördün dışında çok uzaklarda kayıp giden küçük bir yıldız vardı. Dönüp bir kez daha heykelin yüzüne baktı, gözlerindeki kıvılcımların büyüdüğünü ve gri dumana benzeyen şeyin daha da hızlı dönmeye başladığını fark etti. Korkudan kendini geri attı. Eli ayağı buz kesmiş, tir tir titriyordu. Arkeoloğa baktığında onun da korktuğunu, elinde hançeri andıran obsidiyen taş parçasını sıkıca tutarak heykelin ayak ucunda çömeldiğini gördü. Ne yapmak istiyorsa kararlıydı, ama nasıl yapacağı konusunda bir bilgisi olmadığı için heykelin bir üst tarafına bir alt tarafına bakıyor, tehlikenin nereden geleceğini anlamaya çalışıyordu.
“Biliyordum bugünün geleceğini!” dedi içinden Klauss. Elindeki obsidiyen taşı, yaptığı hareketin işe yarayacağı ümidiyle daha sıkı tutarak yavaşça sağa sola sallamaya başladı. Obsidiyenle yaratığın ruhuna karşı koyabileceği düşüncesi ne içgüdülerinden ne de hayal gücünden geliyordu. Bu düşüncenin kaynağı, yaklaşık on yıl önce Babil’de bulduğu antik parşömenlerde geçen iki satırlık bir paragraftı:
Hapseder içine onu bir tek obsidiyen, yıldızlar gökten yağarken, hakkından gelir onun, obsidiyen.
Heykelin etrafındaki toprak da titriyordu. Yakup Efendi titreyenin kendileri olmadığını, etrafı buz gibi yapan soğukluğun da heykelden yayıldığını anladı. Titreme nöbetine girmiş bir hasta gibi heykel, birkaç saniye sonra boynundan, belinden ve bacak kısmının hemen üstünden çatlamaya başladı. Yakup Efendi heykelin gözlerine tekrar baktığında göz çukurlarının içinin bomboş olduğunu fark etti.
Çatlayan bedenden serbest kalan gri duman, Klauss’un elindeki obsidiyeni üstüne üstüne sallamasına rağmen Yakup Efendi’nin evine doğru hızla ilerleyerek kapıyı açtı ve içeri girdi.
Yatakta yatan hamile kadın, kapı açılınca Yakup Efendi’nin içeri girdiğini sandı ama kafasını kaldırıp eşini göremeyince o an gözleri büyür gibi oldu. Titreyen işaret parmağıyla doğuma yardımcı olan ebeye kapıyı gösterdi. Ebe dönüp kapıya baktı ve kimseleri göremedi. Yakup Efendi’nin kendisine cevap vermeden çıkıp gittiğini düşündü. Hâlbuki kadın, kapıdan giren ve kendine doğru yaklaşmakta olan gri dumanı görmüş ve onu işaret etmişti. Tam ebeye gördüğü o şeyden bahsedecekti ki bebeğin ilk çığlıklarıyla kendine geldi.
Ebe yeni doğan bebeğin küle çalan ten rengine ve simsiyah saçlarının arasındaki beyaz perçemine şaşkınlıkla bakıyordu. Bebeği tülbentle temizledikten sonra güzelce sardı ve annesine vermek için yatağın yanına gittiğinde bomboş olduğunu fark etti.
Tüm bu olanlar birkaç dakika sürmüş, Bay Klauss ve Yakup Efendi dışında hiç kimse bir şey fark etmemişti. Yakup Efendi nabzı normale dönmeye başladığında arkeoloğa dönerek, “Az önce ne oldu öyle? Bu heykeli… götürün buradan!” diye bağırdı.
Yakup Efendi’yi umursamadan yanından geçen Klauss gözlerini yaratığın ruhunun gittiği yönden ayırmadan ilerledi. Evin kapısını aralayıp içeri girdi. Ebenin kucağındaki bebeği görünce başı öne düştü. “Geç kaldın Klauss!” dedi içinden. Artık yapması gereken tek şeyin, doğru zaman gelinceye kadar bebeği izlemek olduğunu biliyordu. Çünkü yaratığın ruhu, artık bebeğin bedenindeydi ve serbest kalmak için kuyruklu yıldızlarla kendine sunulacak bir bedene ulaşacağı güne kadar da orada kalacaktı. Ne var ki orada olan biten her şeyin bir sır olarak kalması gerekiyordu. Bebeğin anasız babasız büyümesi pahasına…
Rüyalar
2017, İstanbul
Saatlerdir bilgisayar başında araştırma yapmakta olan Yusuf’un arkasından kedi gibi yaklaşan Defne’nin, “Yine mi?” serzenişiyle kendine geldi. Yusuf aklı erdiğinden beri anne ve babasını merak ediyor, her fırsatta onları bulma ümidiyle ve hep sonu hüsranla biten araştırmalara girişiyordu. Dedesine ailesinin neden yanında olmadıklarını her sorduğunda ise dedesi, ona yarım yamalak bir şeyler söyleyerek konuyu geçiştiriyordu.
“Dedemin anlattığına göre, annem ve babam doğduğum gün ortadan kaybolmuşlar, başlarına ne geldiğini bilmiyorum. Kaçtılar mı, kaçırıldılar mı bu konuda hiçbir bilgim yok ve nerede olduklarını çok merak ediyorum. Hayat hikâyeme bak! Ne kadar da renksiz: On yaşında İstanbul’a geldim ve o zamana kadar da dedemin yanında kaldım. Hepsi bu!”
Defne, Yusuf’un çocukluk arkadaşıydı. İstanbul’a geldiği günden beri hep beraberlerdi. Aynı okula gitmişler, aynı mahallede oturmuşlardı. Hiç sahip olmadığı kız kardeşiydi Defne…
Yusuf, Defne’nin kendisine uzattığı kahveyi alıp bilgisayarın ekranına dönerek konuşmaya devam etti. “Baksana şu habere, Hale-Bopp Kuyruklu Yıldızı’nın dünyaya en yakın olduğu tarihte dünyanın birçok farklı yerinde bir sürü kişi kaybolmuş. Yani benim doğduğum gün biliyorsun, tam olarak ailemin de ortadan kaybolduğu gün?”
Defne, “Bir dakika!” diyerek ince bedenini bilgisayarla Yusuf’un arasına soktu ve, “Hale-Bopp dediğin, iki tane kuyruklu yıldız mı? Yani şimdi yine ortaya çıkan gibi…” diye sordu.
Şubat ayının başından beri Panstarrs ve Lemmon adlı kuyruklu yıldızlar, güneşin batışıyla birlikte gökyüzünde çıplak gözle görülebiliyordu. Üstelik her geçen gün daha net görülebilen bu kuyruklu yıldızlar, uzmanların açıklamalarına göre Halley Kuyruklu Yıldızı gibi dünyanın yanından hiçbir zarar vermeden geçip gidecekti.
İnsanların çoğu, adları ilk duyulmaya başlandığı zamanlarda birçok felaket senaryosuna konu olan bu kuyruklu yıldızlarla yaşamaya kısa sürede alışmıştı. Aslında bu içten kabullenmenin altında, kuyruklu yıldızların neden olabileceği küresel bir felaketin kabul edilebilirliği yatmaktaydı. Çünkü böylesi bir felaket, yaşayanlar dünyasına veda etmenin insanlar için en yıkıcı tarafını da hafifletmiş oluyordu.
Yusuf, “Hayır, tek bir kuyruklu yıldız bu. İki kişi aynı anda bulduğu için ikisinin ismi verilmişti. Bu haber bayağı eski, kaynağını bulamıyorum o yüzden emin de olamıyorum. Haberde insanların kaçırılma şüphesi de var denilmiş ama bu kadar çok ve farklı noktalardaki insanlar nasıl bir anda kaçırılabilir ya da ortadan kaybolabilir ki? Dükkânda da araştırıyorum ama dersler yüzünden fazla zaman ayıramıyorum. Naim Bey sağ olsun, kitapları eve götürebileceğimi söyledi. Bakalım…”
Yusuf birkaç hafta önce bir sahafta işe başlamıştı. Değerli ve eski kitapların olduğu bu dükkân onun gibi tarih bölümünde okuyan biri için bulunmaz bir nimetti. Hem çalışıp para kazanıyor hem de orada olduğu süre boyunca parasını verip de alamayacağı, nadir bulunan birçok kitabı okuma imkânı sağlıyordu.
Defne, Yusuf’un yanına bir sandalye çekerek oturdu ve konuşmaya başladı. “Anne ve baban buralardan gitmiş olamaz mı? Belki de bizim bilmediğimiz bir durum vardır ve kimseye haber vermeden başka bir ülkeye yerleşmişlerdir. Ayrıca benim merak ettiğim, senin bu konuya neden bu kadar takıldığın? Kaçmış ya da kaçırılmış olsunlar bunu öğrenmek bu