Ölüm güneşe benzer, doğrudan bakamazsın…
Переводчик Gamze Öksüz
© Knyaz Protsent, 2024
ISBN 978-5-0062-9353-3
Created with Ridero smart publishing system
Sevgili M.!
Bu satırları sarı plastik bir masanın başında sarı plastik bir sandalyede oturarak yazıyorum. Sözü edilen sarı nesneler, kiraladığım kır evinin yakınında, sararmaya başlayan huş ağaçlarının altında duruyor. Evin sarı olduğunu söylemeyeceğim2.
İki hafta önce S. bana, dağların yükseklerinde senin bulunduğun yerin altında bir kar kornişinin çöktüğüne dair bir haber linki gönderdi. Buna sinir oldum çünkü Atlanta Turnuvası’nda genç Amerikalı tenisçiler Taylor Fritz ile Reilly Opelka arasında oynanan naklen maç yayınına ara vermek zorunda kaldım. Üç sette aralarında neredeyse elli eys yaparak servis atma konusunda tam bir ustalık dersi sergilediler. Böylesine az rastlarsın.
S., yayınlanmamış olan bazı ayrıntıları biliyordu. Bana, dağcılık kulübü üyelerinin seni birkaç gündür bulamadıkları için ve dağlarda havanın çok soğuk olması sebebiyle olumlu bir sonuç elde etme şansının sıfıra yaklaştığını düşündüklerini söyledi.
Öğrencilik yıllarımızda “Çavdar Tarlasında Çocuklar” kitabını beraber defalarca tartışmıştık. Holden’ın, öldüğün anda seni hemen bir kenara atacakları düşüncesini hatırlıyor musun (alışkanlıkla şimdiki zamanı kullanıyorum)? İşte, iyimserler umutlu olsalar da, ben seni çabucak ölüler listesine ekledim.
Ancak bunu yapmadan önce, dağ yürüyüşü konusunda bilgi sahibi olan tanıdıklarıma kurtarma ekiplerinin çalışmalarına ek olarak bir keşif gezisi düzenlemenin fayda sağlayıp sağlamayacağını sordum. Bu oldukça maliyetli olacaktı, ama gerçekten kurtarılma şansın varsa para dökmeye hazırdım. Ancak herkes senin donma ya da yaralanma nedeniyle mutlaka ölmüş olduğunu söyledi.
Senin cansız bedenini bulma girişimlerine ise bir servet harcamaya acıdım, özür dilerim.
O zamandan beri haberler, hayatta olan grup üyeleri hakkındaydı. Yayınlardan anlaşılacağı üzere, arkadaşların önce seni uzun süre kendi başlarına aradıktan sonra kurtarma ekiplerini çağırmış gibi görünüyor. Şüpheci bir kişi, senin emniyet ekipmanın olmadığını, grup üyelerinin ise cesedi bulup emniyet kemeri bağlamak istediklerini düşünebilirdi. Kurtarma ekipleri dağlarda ekipmansız bir ceset bulduğunda sorulardan kaçınmak zordur.
Bununla birlikte ben dağcılık konusuna çok yabancıyım. Meseleyi anlamadan birinden şüphe duymak doğru olmaz. Muhtemelen, böyle bir durum olsaydı, kardeşin, bir avukat olarak olayı açıklığa kavuşturmaya çalışırdı.
S. ve ben, Yu.‘ya senin ölüm haberini kimin vereceği konusunu düşünmeye başladık. Yu., sana grubumuzdaki diğer arkadaşlardan daha sıcak duygular besliyordu. Haberi ona bildirme görevi bana düştü.
Hatırlarsın, Yu. hiçbirimizin onaylamadığı dağcılık tutkuna radikal bir şekilde karşı çıkıyordu. İyi kalpli Yu., senin dağlarda öleceğini bile iddia ediyordu.
Ona yazdıktan sonra Nabokov’un Humbert’inin3 şu düşüncelerini tekrar okudum: “…Arkadaşlarımızın, bizim onlar için belirlediğimiz mantıksal ve genel kabul görmüş bir programa uymalarını bekliyoruz. Örneğin, X asla bizi alıştırdığı vasat senfonilerden bu kadar keskin derecede farklı olacak ölümsüz bir müzik eseri besteleyemez. Y hiçbir zaman cinayet işlemez. Z hiçbir koşulda bize ihanet etmez. Hepimiz bu bilgileri grafiklere dağıtmışızdır ve bu kişiyle ne kadar az görüşürsek, her bahsedildiğinde onun hakkındaki düşüncelerimize ne kadar itaatkâr olduğunu görmek o kadar hoşumuza gider. Kendi belirlediğimiz kaderden ufacık bir sapma, bize sadece anormal değil, aynı zamanda dürüst olmayan bir şey gibi gelir”.
Y, yani Yu., Z ile (yani seninle) ilgili en kötü kehanetinin gerçekleşmesinden dolayı kasvetli bir memnuniyet hissetmiş midir acaba? Gerçekten ölümü dağlarda bulacağını mı düşünmüştü, yoksa niyeti seni sert bir söylemle etkilemek miydi? Belki de biri diğerini dışta bırakmıyordu? X’in bunu öğrenmesi pek olası değil, bu tür soruları sormanın zalimce ve anlamsız olduğunu düşünür, çekingen Yu. ise kendi içsel düşüncelerini açıklamaya niyetli olmayacaktır.
Daha sonra üçümüz arasında kardeşinle iletişim kuran tek kişi olan Yu., bana ve S.‘ye havadisleri bildirdi: bazı akrabalar senin ölüm gerçeğini kabul ederken, diğerleri umut etmeye devam ediyordu; anlaşılır nedenlerden dolayı cenaze töreni yapılmayacaktı; ailene yardım amacıyla bir hesap açılmıştı, üçümüz de bu hesaba parayı aktarmayı ihmal etmedik.
Seninle nasıl tanıştığımızı hatırlamaya çalışıyorum ama birbirimize elimizi uzatıp kendimizi tanıttığımız anı gözümde canlandıramadım. Sanırım böyle bir tokalaşma olmamıştı. Sadece üniversitede dersler başladıktan kısa bir süre sonra sınıf arkadaşlarımın arasından seni seçtim, aynı şeyi D., Yu. ve S.‘ye yapmamdan az bir zaman sonraydı bu.
D. ile senin ölümünü tartışırken seninle ilgili ilk anımızın ortak olduğunu keşfettik. Birinci sınıfın başında dekanlık birimine yakın bir yerde ders programlarını asmışlardı ve her grup, seminerleri hangi hocadan alacağını öğreniyordu. Ben ve D.‘den farklı olarak sen yurtta kalıyordun ve profesör ve öğretim üyeleri hakkındaki dedikodulardan ve hikâyelerden haberdardın. Bizim gruptaki öğrenciler seni tatmin etmemişti, ders programının yanından ayrılırken D. ile bana şöyle demiştin:
“Amma da boktan grup! Ben buraya eti senin kemiği benim mantığıyla gelmiştim, başım okşansın diye değil! MGİMO’ya4 gitmek varmış…”
Bilmem hatırlar mısın, D. ile ben ilk üniversite sınavında başarısız olmuştuk ve yeniden girmek için bir yıl hazırlanmıştık; bu yüzden, on yedi yaşına özgü idealizmle, aramızda torpilli dediğimiz, yani üniversiteye ebeveynlerinin bağlantıları veya onların parası sayesinde kabul edilme gibi en ufak torpil belirtilerine küçümseyici tepkiler veriyorduk. Bu tür işaretleri fark ettiğimizde öfke duyuyor ama aynı zamanda zafer de hissediyorduk, çünkü bizden bir sonraki sınıf arkadaşımızı daha şanslı ama kendimizden daha az zeki olarak kaydedecek bir neden ortaya çıkıyordu. O sefer ben başarısız olmuştum ama daha akıllı olan D. bana şöyle demişti:
“Torpilli bebe…”
Bu arada, senin “boktan” kelimesini kullanıp kullanmadığından emin değilim. Daha sonraları senin memleketin olan Belgorod bölgesinden5 insanlarla konuşurken, bu kelimeyi “özürlü” kelimesiyle birlikte kullandıklarını fark ettim. Anladığım kadarıyla ilki “dışkı” isminden, ikincisi ise “sakatlamak” fiilinden geliyor.
Bir yılın ardından sen de diğer taşralılar gibi başkente getirdiğin kelime haznesinin büyük bir kısmını kaybettin. Bizim grubu nasıl değerlendirdiğini, boktan mı yoksa özürlü mü saydığını hiç sormadım.
Sen vakit kaybetmeden başka bir gruba geçtin. İronik olan şuydu ki, hatırlarsan, terk ettiğin grup sınıfın en iyisiydi. Yu.‘nun diplomasında bir tane B vardı, ben dört dönem üst üste A ile geçmiştim ve grupta böyle pek çok öğrenci vardı, ama sanırım en çok bize eziyet ettiler. Bu da ortak derslerde karşılaştığımızda birbirimize mizahi atışmalar için bir neden sağlıyordu.
Kısa süre sonra, senin lise olimpiyatlarında derece kazandığını öğrendim. Bu olimpiyatlar sayesinde yoksul ailelerin çocukları iyi bir üniversiteyi seçme fırsatı buluyordu. İşte, ders programının yanında yaptığın konuşma, bu seçimin doğruluğuna dair duyduğun şüphelerle ilgiliydi.
Adam kayırma şüphelerine karşı seni koruyan şey, mükemmel akademik başarıların oldu. Sen benden daha fazla konu okuyup özümseyebiliyordun, hafızan da daha iyiydi. Yargılarında daha bağımsızdın ve aynı zamanda fiziksel olarak daha güçlüydün ki bu da ciddi entelektüel yüklerle