Bakışlarıyla sürekli etrafı kolaçan ederek sokaklarda yürüdü. Görünüşe bakılırsa kimse ona en ufak bir ilgi göstermiyordu. Sonunda tren istasyonuna döndü, o akşam saat altıda Yüz Yirmi Beşinci Sokak istasyonundaki perondan ayrıldı ve sokakta onunla yürüyenleri gizlice inceledi. Hepsinin Amerikalı olduğundan emindi. Muhtemelen öyleydi ancak yine de büyük Amerikan doktrinini mevcut durumda olabilecek en makul yol olarak kabul edemeyen Amerika doğumlu bazı aptallar da vardı. Belki de bunlardan biri sokakta Hawksley’nin peşine düşmüştü. Peşindeki adam kim olursa olsun, o sabah yedide Quasimodo kemerinde gizlenmiş altınla ödemesini yaparak telgraf alarmı gönderdiğinden beri güneye giden her trene evrakla binilmeye başlanmıştı. Adam hızla karşıya geçip adımlarını eşleyerek Hawksley’yi takip etmeye başladı. Onun işi sadece diğerinin gittiği yönü öğrenmek ve ihbar etmekti.
Yeryüzünde bir fırtına kopmuştu ancak bunun sorumlusu Ariel değil Caliban’dı.5 Dehşet tırpanı hasadını topluyor, kurunun yanında yaş da yanıyordu.
Hawksley kendini aniden genç, hayata yeniden dönmüş ve özgür hissetti. Varmıştı. Tarif edilmesi imkânsız engelleri ve zorlukları aşarak New York’un kaldırımlarına ulaşmayı başarmıştı. Bir saat içinde büyük şehrin bataklıkları onu sonsuza dek yutacaktı. Özgürlük! Gezmek, mağazaların vitrinlerine bakmak, reklam panolarını izlemek, oyalanmak istiyordu ama daha başarması gereken çok şey vardı.
Gözü telefon edebileceği bir yer aradı. Hemen bir telefon bulması gerekiyordu. Bir defasında bu harikulade şehirde altı hafta kalmıştı ve mavi-beyaz emayeden telefon tabelaları olduğunu hayal meyal hatırlıyordu. Çok geçmeden bir telefon buldu. Gazete ve tütün satan bir büfenin arkasında kontörlü bir telefon vardı.
Bir kabine girdi ancak cüzdanında beş sent olmadığını fark etti. Tütün tezgâhındaki kıza koştu, kız üç adet seçtikten sonra parasını ödeyip uzaklaşan bir müşteriye puro kutularını göstermekle meşguldü. İşini bir an önce bitirmek için sabırsızlanan Hawksley, kıza bir tane gümüş para fırlattı.
“Beş sentlik boz!”
“Şimdi mi alacaksınız yoksa sonra mı göndereyim?” diye sordu tezgâhtar kız ciddiyetle.
“Anlayamadım?”
“Kutuyu bağlamamı istediğiniz özel bir kurdele çeşidi var mı?”
“Kusura bakmayın ama anlayamadım,” diye tekrarladı Hawksley canı sıkkın ve şaşırmış bir şekilde. “Acelem var.”
“Bir iyilik isteyecekken emirler yağdırmayı bırakamayacak kadar mı aceleniz var? Nezaket gereği paranızı bozuyorum, siz ise gelmiş burada ‘Beş sent! Beş sent!’ diye bağırıyorsunuz. Sanki para bozmak benim işimmiş gibi.”
“Çok özür dilerim!” dedi Hawksley pişmanlıkla.
“Sakın akşam yemeğinden sonra beni sinemaya davet ederek durumu daha da kötüleştirmeyin. Annem hava kararınca dışarı çıkmama asla izin vermez.”
“Anneniz oldukça haklı. Yine de kendi başınızın çaresine bakabiliyor gibi görünüyorsunuz. Önerim…”
“Bu mosmor gözünüzle mi bana öneride bulunacaksınız? Yok, almayayım. Eminim bir kadının kardeşi sizi bu hale getirmiştir.”
“Venüs o sırada yükselişte değildi. Para için teşekkürler.” Hawksley arkasına döndü ve yeniden telefona gitti.
O sırada kendini tamamen tükenmiş hissetti. Neredeyse karşı konulamaz bir istek geldi ve telefon kulübesinden çıkıp bağırdı: “İşte buradayım! Öldür beni! Yoruldum ve bittim!”
Çünkü az önce önünde puro alan kişiyi, Yüz Yirmi Beşinci Sokak istasyonundan onunla çıkan bir adamla karıştırmıştı. Bu adamın aceleci tavırlarını çok iyi hatırlıyordu. Belki de bu sersemletici olay onun hayal gücünün bir ürünüydü ve zararsız insanları düşmanı sanıyordu.
“Merhaba!” dedi telefonun diğer ucundan bir erkek sesi.
“Bay Rathbone orada mı?”
“Yüzbaşı Rathbone alayıyla birlikte Coblenz’de efendim.”
“Coblenz’de mi?”
“Evet efendim. Yaz ortasına kadar döneceğini sanmıyorum. Kim aramıştı?”
“Yokohama’dan bir telgraf aldınız mı?”
“Bay Hawksley! Sizsiniz!” Telefondaki adam heyecanlandı.
“Ah bayım! Hemen geleceksiniz, anlıyorum. Gördüğünüzde beni tanıyacaksınız. Yüzbaşının kâhyasıyım efendim, adım Jenkins. İstediğiniz sürece evinde kalabileceğinize dair size bir telgraf çekmişti. Bankacısına da sizin geleceğinizi söylediğini iletmemi istemişti. Valizinizi hemen gönderin efendim. Akşam yemeğini sizin isteğinize göre hazırlayacağım.”
Hawksley’nin bedeni rahatlamıştı. Boğazı düğümlendi. Ne olursa olsun burada, binlerce kilometre uzakta ona hizmet etmeye hazır bir arkadaşı vardı.
Kendini toplayıp yeniden konuşabilmesi biraz zaman aldı. “Üzgünüm, bu misafirperverliğinizi şu an kabul etmem mümkün değil ancak birkaç gün içinde kimliğimi doğrulatmak için tekrar arayacağım. Teşekkürler, iyi akşamlar.”
“Bir dakika efendim. Size iletmem gereken önemli bir telgraf olabilir. Adresinizi bıraksanız iyi olur, efendim.”
Hawksley bir an tereddüt etti. Sonuçta kendisinin de hatırladığı bu eski kâhyaya güvenebilirdi. Adresini verdi.
Kabinden çıkarken tezgâhtar kız kolundan tuttu. Adam durdu.
“Öyle şeyler söylediğim için üzgünüm,” dedi kız. “Ama çok yorgunum! Bütün gün ayaktaydım ve herkes bağırıp çağırıp duruyor. Ayrıca para bozduranlar kadar puro alan olsa patron zengin olurdu.”
“Bana şuradaki güllerden bir düzine verin.” Tezgâhtar kız aynı zamanda gül de satıyordu.
“Pembe olanlardan. Ne kadar?”
“İki buçuk.”
Parayı uzattı. “Sarmanıza gerek yok. Güller sizin için, iyi akşamlar.”
Ali Baba’nın yakutlarla dolu varillere baktığı gibi kız güllere bakakaldı.
“Benim için mi?” diye mırıldandı. “Neden ki?”
Bakışları bulanıklaştı. Hawksley gözden kayboldu ama bunun bir önemi yoktu. Onun nazik tavrını hatıralarında saklayacaktı.
Hawksley’nin gözü puroları satın alan adamdan başka bir şey görmez olmuştu. Her halükârda daha fazla kaçmak işe yaramayacaktı. Doğrudan varış noktasına gidecekti. İhtiyar Gregor ona daire anahtarının bir kopyasını göndermişti. Orada bir iki gün saklanabilir, sonra da Rathbone’un bankacısını bir akşam evinde ziyaret edip ona kimliğini doğrulatabilirdi. Cüzdanı ve keseyi bankaya götürmesi için Gregor’a güvenebilirdi. Bunlar güvenli bir yere gittiğinde savaşın yarısı bitmiş olacaktı. Sonrasında canından başka koruması gereken bir şey kalmayacaktı. Gülümsedi, üzerindekilerden başka giyecek kıyafeti yoktu. Arka taraftaki otelde bırakmak zorunda kaldığı eşyaları gidip alması söz konusu bile değildi. Ne de olsa sadık dostu, ihtiyar Gregor vardı. İnsan onu gördüğüne gerçekten memnun olurdu. Zavallı moruk! Şaşırtıcıydı ama son zamanlarda hep İngilizce düşünüyordu.
Gördüğü