Duvarın diğer tarafında adam banyodan çıkmıştı. Vücudu zarif, güçlü, genç ve altın yaldız rengindeydi. Burnu bir şahininkine benziyordu; gözleri Latin kahvesiydi ve tetikteydi ancak derinlerde bir parça yorgunluk ve saatlerce süren, bitmek bilmeyen bir uyanıklığın yarattığı baskı vardı. Dalgalı saçları siyah olmasına rağmen dört günlük sakalı olgun bir kestane kadar sarıydı. Bu serseriliğe rağmen bir güzelliği vardı, alnının genişliği ve kafasının şekli ona zeki bir adam görüntüsü veriyordu. Ağzında zevki seven bir görünüm vardı ancak burnu ve çenesi bu etkiyi nötrlüyordu.
Kurulandıktan sonra üç ayaklı banyo taburesinin üzerinde duran kahverengi deri bir keseye uzandı. Belli ki tütün kesesiydi ama içinde Selanik’ten bile daha değerli bir şey olduğu açıktı. Keseyi avcunun içine koydu ve sanki içinde salıverilmesi gereken bir cin varmış gibi keseye bakmaya başladı. Kısa süre içinde bu cazibeden sıyrılıp acısı dinmek bilmeyen bir adam gibi gözlerini kapatıp vücudunu salladı.
“Tanrı’nın laneti üzerlerinde olsun!” diye mırıldandı gözlerini açarken. Keseyi fayansa fırlatmak istermişçesine hızla kaldırdı ama kolu yavaş yavaş aşağı indi. Ne de olsa keseyi yok etmek aptallık olurdu, sonuçta içindekiler gelecekte karnını doyuracaktı.
Yakında bunları paraya, baktığında korkunç hatıraları geri getirmeyecek bir meblağa çevirecekti.
Gariptir ki hissettiği bu korkuya rağmen sık sık onları kesesinden çıkarıp bakmak zorunda kalıyordu. Tabureye oturdu, kucağına bir havlu serdi ve keseyi açtı. Bir top pamuk çıkardı ve havluya sardı.
Alevler! Mavi alevler; kırmızı, sarı, mor ve yeşil renkte, birçoğu karanlık yüzyıllara uzanan cinayet, yağma ve kıskançlık hikâyelerinin izlerini taşıyan değerli taşlar. Genç adamın hayal gücü kuvvetliydi, hatta belki biraz fazla kuvvetli. Beyaz ve esmer tenli hoş göğüslerin üzerinde pırpır eden taşları, kanlı ve açgözlü elleri, şehirlerin kırmızı çuvalını görüyor; kadınların çığlıklarını ve sarhoş erkeklerin boğuk kahkahalarını duyuyordu. Cinayet ve yağma.
Pamuğun ucunda yaklaşık yarım dolar büyüklüğünde ve bir santimetre kalınlığında, cilalı ve güneşteki bir yusufçuk kadar canlı yeşil renkte, Şehrazat’ın eşi Şehriyar’ın sarığına uygun iki zümrüt yatıyordu. Rodin olsa genç adamın bu gevşemiş vücudunu ve bitkin yüzünü yakalayıp mermer bir heykelini yapar, adını da “Vicdan” koyardı. Taşların sahibi üç dört dakika daha bu halde kalmaya devam etti. Sonra zümrüdü pamuğa sardı, bir kayışla boynuna astığı kesenin içine koydu ve ayağa fırladı. Artık kara kara düşünmek yoktu, bu onun enerjisini tüketiyordu ve henüz yolun sonuna gelmemişti.
Yatak odasına gitti, hırpalanmış bez çantasını boşalttı ve giyinmeye başladı. Sarımsı kahverengi yürüyüş ayakkabılarını, gri yün çoraplarını, gri bol pantolonunu, gri pazen gömleğini ve üçüncü düğmesi eksik avcı ceketini giydi.
Ah o düğme! Düğmeyi daha önce cekete tutturan gevşek ipliklere dokundu. Bir terzinin dikkatsizliği hayatını kurtarmıştı. O düğme yerinde olsaydı, şimdi kemikleri çok uzaklardaki Hong-Kong’un yamaçlarına serpilmiş olacaktı. Belli ki kaderin geleceğiyle ilgili planları vardı, aksi takdirde bu odada canlı halde duramazdı şimdi. Ama ne gibi planlar? Kader onunla neden daha fazla uğraşacaktı ki? Portakalı son damlasına kadar sıkmıştı, kabuğunu neden koruyacaktı? Belki de sadece onunla alay ediyor, sonunda kazanabileceğine inandırarak onu sakinleştiriyordu. Ama şu bir gerçek ki bir daha asla onun kalbini kıramayacaktı. Bir bardağı ağzına kadar suyla doldurmak mümkün değildi ve Tanrı, bardağının zaten acı dolu ve kıpkırmızı olduğunu biliyordu.
Aniden gözünün önüne gelen görüntüleri silmek istermişçesine elini gözlerinin üzerinde gezdirdi. Düşüncelerini bunlardan uzak tutmalıydı. Kanında delilik akıyordu ve birkaç kez felaketin eşiğine geldiğini hissetmişti. Tanrı ona bir yönden nazik davranmış, genlerinde annesinin şanlı kanı baskın gelmişti.
Peşinde kaç kişi, kim vardı? O gece Hong-Kong’daki adamı tanıyamamıştı. Takip edilenlerin kaderi buydu; takip edenlerin avı her daim önlerindeyken, takip edilenler durup arkalarına bakmaya cesaret edemiyordu. Keşke Yunanistan’a gizlice girmeyi başarabilseydi, oradan İngiltere’ye geçişi kolay olurdu. Ona açık olan tek kapı doğudaydı. Şu an bu odada, hedefine sadece üç saat uzaklıkta olması inanılmazdı. Amerika! Özgürlerin ve cesurların ülkesi! En ironiği de bu dünyada kalan tek dostunu Amerika’da aramak zorunda olmasıydı. Tanıdığı ve sevdiği tüm İngilizler ölmüştü. Fransa’yı sevmesine rağmen Fransızlarla hiç arkadaş olmamıştı. Yalnızca bu ülkede başarılı bir şekilde ortadan kaybolup kendine yeni bir hayat kurabilirdi. İngilizler İngiliz, Fransızlar Fransızdı ama bu muhteşem Amerika’da birinin azmiyle diğerinin neşesi birleşiyordu. Ah bu neşeli, yenilmemiş ve hız tutkunu Amerikalılar!
Paltosunu aldı. Işığın altında siyahtan ziyade koyu yeşil görünüyordu. Her iki kolda da bir zamanlar altın ya da gümüş örgünün manşetleri aştığını gösteren daha koyu bir yeşilden şeritler vardı. Paltonun içi yumuşak ipeksi İran kuzusundandı, düşünceli bir şekilde parmaklarını kürkün üzerinde gezdirdi. Üzerine ağır bir at kokusu sinmişti. Bir daha dokunmamak üzere paltoyu bir kenara attı. Küçük paltonun cebinden siyah bir cüzdan çıkarıp açtı. Pasaport! Daha zekice düzenlenmiş başka bir pasaport daha olup olmadığını merak etti. Hindenburg Hattı’nın bir saat batı yönüne ilerlendiğinde bu pasaport işe yaramazdı ancak doğuda ve burada, yani Amerika’da kimse gerçekliğini sorgulamamıştı. San Francisco’da pasaporta göz ucuyla bakmışlardı, sonuçta barış gelmişti. Pasaportun yanı sıra cüzdanda bir vasiyet, on bono, ekspertiz raporu ve bir tomar altın makbuzu vardı ancak vasiyet, akla gelebilecek en şaşırtıcı belgelerden biriydi. Cüzdanın içindekiler koşulsuz şartsız Kaptan John Hawksley’ye kalmıştı!
Son durağına üç saatlik mesafedeydi! Büyük şehirler hakkında her şeyi biliyordu. Trenden indikten bir saat sonra, çok isterse sonsuza dek kaybolabilirdi. Bez çantasının altından mavi velur2 bir kutu çıkardı ve bir an tereddüt ettikten sonra kutuyu açtı. Değerli taşlarla işlenmiş madalyaların üstünde buğday sarısı saçlarıyla tenis kortu için giyinmiş güzel bir kızın fotoğrafı vardı. İstediği bu fotoğraftı. Kutuyu kayıtsızca orta sehpaya fırlatınca madalyalar büyük bir şıngırtıyla sehpayı devirdi. Yan adam odadan gelen bu sesi duyunca gözleri fal taşı gibi açıldı. Yan odaya bakmanın bir yolunu bulmalıydı. Odada vasistas yoktu ve yangın merdivenini göze alamazdı. Genç adam fotoğrafı dudaklarına götürüp tutkuyla bir öpücük kondurdu. Sonra fotoğrafı iç cebindeki yırtığa, ceketinin astarına sakladı.
“Düşünmemeliyim!” diye mırıldandı. “Düşünmemeliyim!”
Korku ve dehşet içini yeniden kaplamaya başladı. Sandalyeyi ters çevirip pencerenin altına koydu. Kapının önüne bir sandalye daha yerleştirdi. Sürahiyi ve bardakları banyo kapısının eşiğine bıraktı. Yatağını ara kapıya dayamıştı, kimse beklenmedik bir şekilde içeriye giremezdi. Uyuyakalmaya hiç niyeti yoktu. Uzanıp dinlenecekti. Piposunu yaktı, yastıkları yanına yığdı ve ışığı kapatıp uzandı. Odada sadece piposundaki ateşin parıltısı görünüyordu. Yolculuğun sonuna yaklaşmıştı; artık iki ucu da risklerle dolu, aşağıda ölümün kol gezdiği gergin bir ipte yürümek yoktu. İnsanın hayata tutunuşu ne tuhaf şeydi! Halbuki ne